Grek tonu, Mezopotamya, Metin ve diğer şeyler

okuma süresi 5 dakika
Şunu merak ediyorum; nerelerden geldim, nelerden oluşuyorum ? Bir süredir ağındayım bu iz sürmelerin. Hayatımı yaşamak hâline getirebilmem için hikâyelere, kendi hikâyelerime muhtâcım. Her olasılık, bir sürü potansiyel taşıyor ve bu durum da beni epey eğlendirip eyliyor.

Şunu merak ediyorum; nerelerden geldim, nelerden oluşuyorum? Bir süredir ağındayım bu iz sürmelerin. Hayatımı yaşamak hâline getirebilmem için hikâyelere, kendi hikâyelerime muhtâcım. Her olasılık, bir sürü potansiyel taşıyor ve bu durum da beni epey eğlendirip eyliyor.

Toprağı nesneleştirmek gibi milliyetçi tutumları günâhım kadar sevmem ya, Allah biliyor. Merakımı giderecek cevaplar bir şeyi değiştireceğinden değil zaten. Daha ziyâde, bazı duygu durumlarımın hafızasını bu şekilde öğreneceğimden.

Tam da bu yüzden, Yunan toprağında olmanın benim için hevesi büyük. Aynen de Mezopotamya gibi.

Meis, Pire, Selanik derken; uzunyol arkadaşımın avcuma sıkıştırıverdiği seyahat biletlerinin kıyağıyla, tam da göbeğinden başlıyorum: Atina.

Burada, gelirken tarif edemeyeceğim bir şeyle karşılaşacağımı biliyorum. Hafızası olan bazı hicâp duygularım var. Bazısı Grek tonu, biliyorum.

Sokak adları, mekân adları, tüm detayları; dev bir mitologya kitabının içine düşmüşsün hissi uyandıran bu taşra-şehir’de, en çok arzu ettiğim şey hakiki bir rembetiko tekkesi bulup rembetler dinlemek.

Tekkeler kalmadı ya hoş, ismine tekke demek yine de daha güzel.

Rembetiko alemlerinin kurdu çok arkadaşa sahip olmadığımdan, hakiki bir rembet tekkesi bulmak konusunda iş bana düştü, Hazreti Gugıl’la baş başa kaldık. İlgimi çeken ya da çekmeyen pek çok Atina deneyimini okumak zorunda kaldım muhtelif platformlardan. Umutsuzluğa düşmek üzereydim ki, bazı genç adamların “voltran”ını farkettim. Çukurcuma Times. Bu ehl-i keyif yapılanmanın Gurbet

Kuşu Metin Kodalak, rembetlerin peşine düştüğü Atina günlerini anlatırken, satır arasına bir de adres iliştirmişti. Rembetik hâlleri yalamış yutmuş, hakkında çeviriler falan yapmış bu şaheste adamın bahsettiği yer; bir tür akıl fikir akrabalığı itimâdıyla, kendi şehrimden ayrılmadan not ettiğim diğer yerlerden daha cazip göründü gözüme elhâk. “Bir adres buldum işte!” diye düşünerek, hemen küçük bir kağıt parçasına karaladım:

181, Odos Ippokratous
11472, Exarchia.
REMBETİKİ ISTORİA.

Şimdi, elimde adresini sıkıcı tutarak, nefes nefese geldiğim bu yerde; minicik ahşap bir masaya oturmuş, her bir ayrıntıyı incelemeye çalışıyor ve hepsine ayrı bir hususiyetle muamele ediyorum.

Kendinden daha büyük yapıların arasında duran, ahşap kapısında aplikleri olan küçük bir konak.

Gösterişsiz lâkin dikkat çekici. Kalbim biraz hızlı çarpıyor. Salon salomanjesi, girişteki küçük koridordan itibaren bir edilmiş. Mutfakla salon arasındaki kısım birbirinden ayrı ama, şekli ekmek fırınına benzeyen büyük bir servis penceresiyle sanki bir bütün alanmış hissi yaratıyor. O mutfakta bir şeyler pişirerek ömür geçirebilmek için, hayatımın beş senesini seve seve verebilirdim ama elbet kimsenin bundan haberi yok. Kalbim biraz hızlı. Gördüğüm kadarıyla böyle sakin pazar gecelerinde mutfakla ilgilenen kız, bu içimden geçenleri duysa, tatlı tatlı gülümser ve beni anlardı. Ah ben o sarımsakları, ben tek tek, ben ne de güzel soyardım ah. Ah ne güzel süzülürdü tezgâha doğru içerdeki müzik, ben ne güzel ölürdüm, ah. Kalbim, biraz.

Yan yana az aralık bırakılarak sıralanmış masalar. Pek tabii ki, neredeyse Karagöz Hacivat perdeleri için kurulan sahneler ufacıklığında bir Rembetiko sahnesi var. Yedi tane sandalyesi.

Hepsinin bu sahnede coşkuyla müzik yaptıklarına tanıklık edebilmeyi çok isterdim. O zaman, bu kokusu bile olduğunu düşündüğüm coşku, on misli olurdu muhtemelen. Rüya gibi.

Buzuki ve akustik gitardan oluşan küçük bir oda orkestramız var yalnızca bu gece. Buna bile ‘çok şükür’.

Buzukiyi çalan ihtiyarın bıyıkları sararmış. Her nota aralığında yeni bir West sigarası yakıyor olmasına rağmen, enstürmanından da gırtlağından da akıl dışı bir ses çıkıyor. Sonradan öğreneceğim; ismi Pavlos ve en az göründüğü kadar nemrut.

Duvarlar, ah duvarlar hayatımda gördüğüm en güzel duvarlar. Oturur oturmaz içlerine düşüyorum.

Eski rembet tekkelerinin fotoğrafları, Mardin şahmeran’larına benzeyen rembet resimlemeleri, sayısız solistin sayısız portresi… Uzun düşüş.Tavana yakınca olanları net göremediğim için üzülüyorum.

Uzunyol arkadaşımla göz göze gelip, birbirimize ‘vay anasını be’ bakışı atıp içleniyoruz içinde bulunduğumuz dekora.

Haftasonu şenlikli geçmiş olacak ki, Uzo da meze de kalmamış. Hiç bozmuyor bizi bu durum. Bize servis yapan genç kızın önerisi üzerine Tsipouro sipariş ediyoruz.

Boğazımdan aşağıya kayan serinlik, midemde büyük bir havai fişek patlamasına neden oluyor.

Yanaklarım, anneannemden miras renge geliyor. Gözlerimi yumup yumup, pençesine düştüğüm genetik (ya da antopolojik, her ne haltsa artık) iz sürmelere şükrediyorum. Dedemin bir mübâdil çocuğunu olduğunu, anneannemin Osmanlı torunluğunun sadece annesiyle ilgili olduğunu, babasının Bitlis’te doğup yaşadığının Dersaadet’te yıllarca kimselere söylenmemiş olduğunu, bunların her birini öğrendiğimde hissettiğim mola yeri duygusunu, hepsini, hepsini hatırlıyorum. Yeniden ve unutmamacasına.

Telli çalgılar ve alkol oranı yüksek yerel içkiler kol kola girip beni öldürebilirler. Evet, muhakkak ki bunu yapabilirler. Ben ne güzel ölürüm ben, ah.

Ben; dedem mübadil, anneannem Kürt ve Hıristiyan, babam yörük (bu kısmı da kurcalanacak).

Tsipouro içiyorum, Pavlos’u dinliyorum, Dimitri arkadaşım, Metin’e teşekkür ediyorum. Buzuki’nin perdeleri kapanıyor; aralarında ölüveriyorum. En çok re notasında ölmeyi seviyorum ve koma’ları henüz ayırt edemiyorum. Ama billâhi, çok güzel ölüyorum. Haydi bakalım; “Kalanların ömrüne…”

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.