“Peki ya biz ne yapalım?”
okuma süresi 4 dakika“Bir yanda hayat kavgası var, bir yanda aşkın ıstırabı.”
(GENCEBAY, Orhan, 1972)
Herhangi bir zamanda, herhangi bir yere gitmek üzere dolmuş beklerken aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Hayata dair, ülkeye dair, kendime dair, herkesin düşünebileceği basit şeyler. Bunların dışında, dolmuş beklerken beni düşündüren bir başka şey de, gelecek dolmuşun kalitesi oluyordu. “Acaba ne marka dolmuş gelecek?”, “Eski mi?”, “Yeni mi?”, “Rahat mı?”, “Şoför usta mı?” gibi bir sürü soru dolanıyordu kafamda. Dolanıyordu diyorum çünkü, bu düşüncelerimden tamamen arındım artık.
Yağmurlu bir gündü. Derse yetişmem lazımdı. Acele ile hazırlanıp dışarıya çıktım. Oturduğum sitenin önünde Sıhhiye dolmuşunu beklemeye koyuldum. Ulus dolmuşu süzüldü önce önümden, selektör yakarak. Sonra da Kızılay dolmuşu geçti hemen ardından. Sıhhiye dolmuşu gelmek bilmedi bir türlü. İçimde derse yetişememenin korkusuyla, düşünüp duruyordum. Yağmur gittikçe şiddetleniyordu. Şemsiyemi evde unuttuğum için, bir çam ağacının altına sokuldum. Çok geçmeden dolmuş geldi.
Dolmuşun en sevdiğim yeri en ön koltuktur. Ayağımla, şoförle senkronize bir biçimde, gaz ve fren varmışçasına şoförcülük oynarım çocukluğumdan beri. Bir de seviyorum muhabbet etmeyi dolmuşçularla. İyi geliyor bana dinlemek, anlatmak. Yine kuruldum en öne, eski dolmuşa binmiş olmanın moral bozukluğuyla. Neyse ki en ön boştu da, biraz teselli buldum. “Bir kişi alır mısın ağbi,” diyerek uzattım elimdeki 5 TL’yi. Gözünü yoldan ayırmadan saydı üstünü ve uzattı “Buyur kardeş,” diyerek. Buna hayret ediyordum. Nasıl oluyordu da para sayarken kaza yapmıyorlardı?
“Ben bu mesleğe 18 yaşında başladım kardeş. Tam 5 sene ehliyetsiz kullandım. Sonra kanundur, yasadır dediler, ehliyet almam lazım geldi. 23 yaşımda aldım ehliyetimi.Ehliyeti aldığım ilk gün polis çevirdi. Bir baktı tarihe, bugünün tarihi. ‘Yahu sen bugüne kadar nasıl kullandın böyle ehliyetsiz?’ diye sordu. ‘Benim hatam değil ki memur bey. Siz hiç çevirmediniz beni. Sizin hatanız’ dedim. Ya… İşte 18 yıl boyunca alışıyor insan böyle. Hepsi ayrı bölmede bir de bunların. 1 TL’ler ayrı yerde, 50 kuruşlar ayrı… Öyle olunca kolay oluyor ayırt etmesi. Arada bir yoldan gözümüzü ayırıp bakıyoruz tabii. Bakmadan olur mu hiç kardeş?”
Yüzünden belliydi adını sonradan öğrendiğim şoförün, yılların yorgunluğunu nasıl taşıdığı. Benim ki de soru muydu Allah aşkına? Bunca yıl gidip gelirken alışmıştı haliyle. Bir yandan yolu izlerken puslu gözleri, diğer yandan para üstünü alıp vermek artık onun için zor değildi. Dolmuş git gide anlamını buluyordu. Koltuklar tamamen dolmuş, ayaktaki yolcular birbirine yapışık bir biçimde duruyordu.
Bir süre sonra dikkatimi bir şey daha çekti. Parmağında yüzük göremedim İsmail Ağbi’nin. “İşte mi çıkarıyor acaba?” diye düşündüm. Onun yaşındaki diğer dolmuş şoförleri, gözlemlediğim kadarıyla evli barklı insanlardı. Sahi, bütün günü dolmuşta geçerken kadınlara vakit ayırabiliyor muydu? Çok da genç sayılmazdı ama, yine de bir erkekti. Kadınlar ile elbet bir münasebeti vardır diye düşündüm. Düşünmez olaydım.
“O konulara girersek çıkamayız. Değil Kızılay, buradan Konya’ya kadar anlatsam gene bitmez. Konya benim memleketim. 18 yaşıma gelince buraya, amcamın yanına yolladılar. Benim bir sevdiğim vardı, mahalleden. Buraya gelince onunla ayrıldık. Zaten şeytan gibi bir babası vardı, beni hiç sevmezdi. Şimdi rahmetli tabii, arkasından da konuşmayayım. Her neyse kardeş, sene kaç hatırlamıyorum; bir gün yine dolmuş çekerken (dolmuşta çalışırken), yolun kenarında onu gördüm. Bir asıldım frene, yolcular falan başladı saydırmaya. Arabadan inip yanına gidemedim ama. O uzaklaştı, sonra bastım gaza gittim. Böyle yarım kalan bir hikâye işte…”
Her şeyi yarımdı dolmuşçuların.Yedikleri yarım ekmek bile yarım kalıyordu bazen. Kaç kez tanıklık etmiştim sıraları gelince ekmeklerini kağıda sarıp bir kenara koyduklarına. Bir de dinlediğim bu yarım kalan aşk hikayesi, beni bir kez daha ikna etmişti bu kanıya. Dolmuş Eskişehir yolunda tam gaz ilerliyordu. Yağmur durmuştu ama çekingen damlalar, saçaklardan yere usulca düşmekten çekinmiyordu. İsmail Ağbi susmuştu ama, yolu izleyen gözleri sanki bir şeyler anlatmaya devam ediyordu.
Sarsılarak giden eski dolmuşun içinde çalkalanan hayat hikâyelerinin bugünkü kısmını bitirmiştik anladığım kadarıyla. Aşk meşk konularına girişim buna sebep olmuş olsa gerek. Unutmuştum bunca yolu giderken dolmuşun eskiliğini yeniliğini. Eski beni sadece yeni hikâyeler dinlediğim zaman ilgilendiriyordu artık. Eskinin yeni olanıyla ilgileniyordum. Maltepe Çarşısı’nın yanından Sıhhiye Köprüsü’ne uzandığımızda arkalardan bir ses “Yavaş olur musunuz beyefendi biraz, zaten dolmuş eski, içimiz titriyor vallahi!” dedi. Şöyle bir durup aynaya baktı İsmail Ağbi. “Peki ya biz ne yapalım hanımefendi, siz sadece 10 dakikalığına biniyorsunuz. Biz bütün gün bunun içindeyiz.”