Sakin göllerin kuğusuyduk
okuma süresi 16 dakika“Bu hayat, bir hayatsa bunun adı hâlâ, bana göre değil. Aklımı oynatmak üzereyim. Bırakıyorum ben işi” yazıp enter’a bastım. Gönderilen kutusunda derginin genel yayın yönetmeni var. Dört yılımı geçirmişim onunla aynı çatı altında. Sevmişim de sevmesine birlikte çalışmayı ama hayat falan kalmamış işten arta kalan zamanda.
Klişe olacak, olsun, bildiğin insanlıktan çıkmışım. Her gece geç saatte eve gelip televizyon karşısında bir saat takılıyor, kendimi güç bela yatak odasına taşıyıp sabah alelacele terk ettiğim yorgan-yastık-çarşaf yumağına karışıyorum. Bir çuval patates nasıl yaparsa bu yaptığımı, aynen öyle. Hayat dediğim şeyin karşılığında bu var; 3-4 saatlik bir pause. Ne arkadaş kalmış bu hengamede, telefonları yavaş yavaş seyrelip sonunda susmuş, ne bir erkek kalmış civarda, en son ne zaman birini öpmüştüm? Ömrüm bilgisayar başında, başkalarının hasta yazılarını iyileştirmekle geçiyor. Masada her zaman içilememiş, soğumuş, en az iki çay. Saçlar tepeden kalemle tutturulmuş. En son ne zaman kuaföre gitmiştim? Panda gözlerim her aynaya baktığımda kederime keder ekliyor. Tim Burton’un öyküsündeki “bakan kız” gibi tatile göndermek istiyorum gözlerimi. Soru işaretine dönmüş sırtımı da göndermek istiyorum aynı tatile. Yemeksepeti’nden beslediğim, gastrid, reflü ne varsa, bütün kentli hastalıklara maruz bıraktığım midemi de. Gazetecilik hayallerimin bununla alakası yoktu. Hayat işte. Evde hayal kuruyor, sonra sokağa çıkıyor ve hepsini tek tek gömüyorsun bir yerlere. Hayatın tahayyül ettiğinle alakası yok. Gardan yanlış trene binmişim gibi bir his içimde. Vardığım yeri sevmedim. Eve dönmek istiyorum.
Sabah beni odasına çağırdı. Mailimi gece geç saatte okumuş. Gözleri endişeli. Tartışıyoruz. Hayatımda ilk kez bu kadar kararlıyım. “Gidemezsin” diyor. “Gitmek zorundayım” diyorum.
“Emin misin?”
“Evet!”
Bir sonraki sayının kapağı masasında duruyor. Benim onaylamadığım kapak. Çoktan yabancılaşmışım oysa olan bitene, içimde şu kadar didişecek enerji yok, çoktan boşandığım kocam olmuş dergi, “ne hali varsa görsün” tarafındayım artık dört yıllık ilişkimizin, yok, çok kararlıyım, gidiyorum.
O akşam ofisteki herkesin çıkmasını bekledim. Hepsi tek tek bilgisayarlarını kapatıp yüzlerinde bir günü daha bitirmiş olmanın yorgun zaferi, tekerlekli koltuklarını geriye itip ayaklandı. Tüm gün onlara yarenlik eden, üzerinde her birinin hayatından izler taşıyan, birinde “Yılın annesi” yazan, diğerinde Çarşı logosu olan, bir diğeri sadece lacivert fincanlarını mutfak lavabosunun içine bırakıp koridorda kayboldular. Server’ın uğultusu dışında çıt yok içeride. Havalandırma susmuş, printer susmuş, telefonlar susmuş. Önce bir sigara yaktım. Yasak umurumda değil. Alarm buyursun ötsün. İnsanın nerede sigara içeceğine karar veren bir icada zerre itimadım yok.
Masadaki eşyalarımı toplamaya koyuldum. Kimseyle vedalaşmaya niyetli değilim. Sessizce gitmek istiyorum. Kimseye bir açıklama yapasım da yok. Kimsenin üzülen gözlerini göresim de. Çekmeceleri boşalttım. İki yılda amma çöp biriktirmişim şu minnacık masada. Hepsini attım. Eski dergileri, kitapları, telefon defterlerini, basın bültenlerini, raptiyeleri, ispirtolu kalemleri, kurumuş, ölmüş gitmiş, saksının içinde bir çöp kalmış krizantem çiçeğimi, üzerinde Galata Kulesi olan fincanımı. Panoma astığım sarı post-it kâğıtlarındaki bütün hatırlatmaları. Kartvizitlerimi. Hepsini dev bir çöp torbasına doldurdum. Bilgisayardaki bütün dosyaları sildim peşine. Geridönüşüm kutusu şaşkın; durmadan “Bu dosyayı kalıcı olarak silmek istediğinizden emin misiniz?” diye soruyor. Bütün sorulara cevabım hazır, “Evet!” Eve götürmek istediğim hiçbir şey yok. Eminim. Valla da billah da yok. Yok işte.
Dışarıdan bakıldığında bir binanın ışık yanan tek odasında çıldırmış gibi her şeyi torbaya dolduran bir kadın var. O kadın benim. Birileri cinnet geçirdiğimi düşünüyor olabilir. Bense çok sakinim. Basbayağı gidiyorum işte. Hikâyenin bundan sonraki bölümünü daha yazmamışım. Yine de içimde minnacık bir şüphe yok. Şu kapıdan çıkıp eve gideceğim, telefonumun sesini kapatıp, perdeleri çekip uyuyacağım.
Gerisine uyandığımda bakarız.
Çöp torbasını asansöre kadar sürükledim. Hayır, tam kapıdan çıkarken dramatik bir şekilde geriye dönüp son bir kez boş odaya bakmadım. Boş masaya, açık bıraktığım çekmecenin içinde unuttuğum yalnız ataca, tekerlekli koltuğumun masa ve printer arasındaki seyahatlerimi belli eden zemindeki siyah izlere, bilgisayarın kenarına vakti zamanında yapıştırıp az önce sökeceğim diye yarısını yırttığım “love will tear us apart” çıkartmasına bakıp hüzünlenmedim. Sandalyenin arkasından ceketimi aldım, ışığı kapattım, torbayı peşimsıra sürükleyip koridoru baştan sona yürüdüm. Asansörü çağırdım, asansörün aynasında saçımdaki kalemi çıkardım, zemin kata geldim, poşeti binanın önündeki diğer çöplerin arasına bırakıp eve gittim. Yok hayır, kaldırımda yürürken de, kafamı geri çevirip altıncı kattaki karanlık pencereye bakmadım.
Uyandığımda perdenin arasından burnunu uzatan cılız bir gün ışığı duvara boydan boya bir çizgi çizmiş. Sabah olmalı. Ama hangi günün sabahı fark etmiyor. Yetişmem, yakalamam gereken bir şey yok. Uzanıp telefonumu aldım. Ekranda 23 cevapsız çağrı. Baktım, içlerinde annem yok. Her şey yolunda. Gerisi mühim değil. Bilgisayarı açıp Türk Havayolları’nın sitesine girdim, ertesi güne bir bilet aldım. Bangkok’a. Annemi aradım, derginin beni yurtdışında bir etkinliğe göndereceği haberini verdim. Sevindi, “Çok sıkıldın. Bak ne güzel, sana da değişiklik olur” dedi. Sonra kahve yaptım kendime. Balkona çıktım.
Uçaktan indiğimde başka bir gezegene ışınlandığımdan eminim. Nem ve sıcak daha önce deneyimlemediğim bir kombinasyon yaratmış, adım atmıyorum da yüzüyordum sanki. Yol boyunca aklımda tek bir şey var. İşten aniden istifa edip 12 saat doğuya uçma sebebimin beş yıldızlı bir tropik tatil yapmak, kâğıt şemsiyeli renkli kokteyller içip Thai kızlara sırtımı çiğnetip kulunçlarımı kırdırmak falan değil. Bir dağ kasabası var Tayland’da, kuzeyde, Burma sınırına yakınmış diyorlar, adı Pai. Birkaç ay evvel “yavaş şehirler” diye bir dosya hazırlamıştık dergide. Orada duymuştum adını. Yazmıştım aklımın kenarına. Oraya gitmem gerek. Neden inatla orası bilmiyorum.
Her şeyi bilemem.
Bangkok’tan Pai’ye en yakın şehir Chiang Mai’ye gelmem saatler sürdü. Hayatımda bindiğim en süslü otobüsle. Mor renk drapeli perdeler, kırmızı üzerine fıstık yeşili desenli koltuklar, altın rengi süslemeler içerisinde, kulağımda Pink Floyd, 10 saat gözümü kırpmadım. Merkezi sinir sistemim fazla uyarılmış olmalı.
Otobüsten iner inmez bindiğim Pai minibüsünün dağ yolunda döne döne üç saat gideceğini öğreniyorum yanımdaki Hollandalı gay çiftten. Üç saat daha dayanmak zorundayım. Daha evvel gitmişler, bir tanesi, yakışıklı olan, bana önceki gelişinde Pai’den aldığı tişörtünü gösterdi. Üzerinde “762 curves to go to Pai” yazıyor. “Yavaşlamak o kadar kolay değil tabii” dedim. Kötü esprimi anlayıp yine de güldü. Sevgilisi görev icabı bir Avrupalı gülümsemesiyle cevap verdi. Yol boyunca susmaya
karar verdim. Tam 36 saattir uyumuyordum.
Yeryüzünde muz ormanı diye bir şey varmış. Gördüm. Öyle özenle yetiştirilmiş, bakımı yapılmış falan değil, bildiğin yol kenarında gelişi güzel bitmiş bir sürü muz ağacı bahsettiğim. Pai’ye gitmek üzere bindiğim minibüste bunu düşünüyorum. Minibüs daracık dağ yolunda keskin virajları dönerken, bazen sağa bazen sola denk gelen uçurumda sarı yeşil muzlar parlıyor.
Pai’ye vardığımda ilk gözüme çarpan yolun kenarına iliştirilmiş bir kırmızı tabela oldu, üzerinde “Slow Down In Pai” yazıyor. Tabelanın altında sanki turistleri ikna etmek için görevlendirilmiş, uyuz bir sarı köpek uyuyor. Daha sonra kasabanın simgesinin de uyuyan köpek olduğunu öğreneceğim. Kalacak yerle ilgili en ufak fikrim yok. Yürümeye başladım. Etrafta uyuklamaktan, sağda solda bayılıp kitap
okumaktan ya da içmekten başka yapılacak bir şey olmadığını farketmem için yarım saatlik bir tur atmam yetti. Bana iyi gelecek yerdeydim. Burada durmak mümkündü galiba, hiçbir şey yapmadan durmak.
Sokaklarda çoğu hippi, ya sıcaktan ya içtikleri türlü naneden baygın insanlar dolanıyordu. Sağa sola serpilmiş, üzerinde “I did nothing in Pai” yazan kupalar, uyuyan köpek resimli magnetler gibi turistik ıvır zıvır satan dükkanları görünce, dünyanın sonuna da gitsem, vahşi kapitalizmin girmeyeceği delik olmadığına ikna oldum. Ne kadar kaçarsan kaç, asla kaçamayacağın şeyler vardı. Derken köşede dev bir 7/Eleven tabelası dikkatimi çekti. Safran rengi cüppeleriyle iki Budist rahip, dükkânın önündeki banka oturmuş, çubuklu dondurma yiyordu. Hemen önlerinde, yolun ortasında, yoldan araba geçmiyordu burada, fisherman pantolonlu, biri pembe saçlı iki kız poi çeviriyordu. Bir duvar yazısına gözüm takıldı, hemen arkalarında, İngilizce yazılmış, 7/Eleven’in yan duvarına, sprey boyayla stencil usulü, “hayatta sahip olduğumuz iki kıymetli şey var. biri zaman, diğeri enerji. ikisini de boşa harcamak konusunda birbirimizle yarışıyoruz.” Pai bana kendini sevdirmek için elinden geleni yapıyordu. Ama onun da kafası karışıktı, bu aşikârdı.
Biraz dolandıktan sonra “Mojito Guest House” tabelasının altındaki kapıdan girdim. Beklentilerim düşük ama yine de tedirgin sayılırım. Beni Pai’de ne bekliyor?
“Odanız var mı?”
“Evet.”
“Ne kadar geceliği?”
“100 baht.”
“Tamam. Kalıyorum.”
Resepsiyondaki, kaç zamanda edindiğini merak ettiğim koyu renk tenine rağmen, Kuzey Avrupalı olduğundan şüphelendiğim kızı takip ettim. Kız uzun ve güzel bacaklarıyla virane binanın koridorlarını hızla adımlayıp bir kapıdan tekrar dışarı çıkardı beni. Bir bahçenin ortasında birkaç ahşap kulübe. Az ileride nehir akıyordu. Kahverengi, neşeli bir su. Bahçe kocaman yapraklı ağaçların gölgesinde, küçük ama alabildiğine yeşil. Bugüne kadar sadece nevresim takımlarının üzerinde gördüğüm renk renk kocaman çiçekler vardı her yerde. Biz toprak patikada ilerledikçe türlü hayvan kaçışıyordu sağa sola. Bir kurbağa önce. Sonra tembel bir kertenkele. Peşine panik atak bir çekirge. Sürüsüne siyah kelebek. Vızıldayarak kulağıma pike yapan tüylü eşek arıları. Hiç duymadığım bir kuş sesi. Kafamı kaldırıp bu sesin ne menem bir kuştan çıktığını görmek istedim. Gür yaprakların arasında mavi bir kuyruk yakaladı gözüm. İçlerinde göremediğim birtakım canlıların yer değiştirdiği aşikâr, hışırdayıp duruyordu çalılar. Aşı olmadığım için pişmandım. Çantamda bir böceksavar olmalıydı ama. Kulübelerden birinin kapısını açıp “Burası” deyip kayboldu kız. Tropik hayvanları belgesellerde sevmek, sevmelerin en güzeli olmalıydı. Pai cennet mi, cehennem mi? Karar veremedim.
Biraz canım sıkkın içeri girdim. İlk kontrol ettiğim şey, pencerede tel olup olmadığı. Yavaşlamaya gelip de tropik bir dört bacaklı tadıma bakacak diye ölmeye niyetim yok. Sonra… Sonra bayılmışım. Yorgunluktan. Rüyamda annemi gördüm. Ananas soymuş, bıçağın ucuna saplamış, bana uzatıyordu televizyonun karşısında, biz gözü Kuzey Güney’de, bir yandan kızıyordu bana, “Hiç meyve yemiyorsun!” diye.
Uyandığımda geceydi. Deli gibi açım. İlk bulduğum restorana girdim. Fotoğraflı menüden bakarak bir şeyler söyledim. Papaya salatası. Chiang Mai sosisi. Ananaslı, karidesli ve yumurtalı pilav. Risk aldığımın farkındayım. Bir de Chang marka bira. Chang’ın Thai dilinde fil anlamına geldiğini daha sonra öğreneceğim. Sosisin hangi hayvandan yapıldığını hiç sormayacağım ama.
Orada epeyce oturdum. Üç gün öncesini düşününce, handiyse ışınlanma diye bir şeyin olduğuna inanacağım. İlk sahne: Şubat, İstanbul, Maslak’ta bir plazanın altıncı katı, susmayan telefon, dışarıda pis bir yağmur. Şimdiki sahne: Pai’deydim. Sıcak ve nem, yılışık bir sevgili sanki, eli kolu her yerimde. Bira buz. Bu kaçıncı? Hatırlayamadım. Dünya haritasındaki yerimi düşündüm gözlerimi kapatıp. Çocukken misafir odasındaki masanın altına saklanıp saatlerce inceledikten sonra üzerinde uyuyakaldığım Günaydın gazetesinin verdiği atlas geldi gözümün önüne. Zihnimde bir çizgi çizdim İstanbul’dan Pai’ye, sekiz yaş işaret parmağımla. Üç gün önce ofiste üzerimdeki koyu renk boğazlı kazağım, yün eteğim, dizime dek çıkan çizmelerimden sonra, bugün bu bitli restoranda, üzerimde limon küfü bürümcük bir elbise, parmak arası terlikler ve hasır şapka ile, dev bir devamlılık hatası gibiyim hayatımın ortasında.
Ayaklanıp biraz yürümeye karar verdim. Nehir kenarına indim. Bir Boğaz değil ama su kenarında olduğunu bilmek yetiyor insana. Su akıyor, deli bakıyor işte. Oturdum, bir sigara yaktım. İyiydim. Güldüm kendi kendime.
Ne zaman sonra, biraları da devirmişim, gevşedim, verdim sırtımı toprağa, börtü böcek umurumda değil, derken bir ses duydum. Tanıdık bir ses. Nehrin karşı yakasında, tepesinde tek bir ampul parlayan masadan geliyor. İki kişiler. Bir müzik sesi bu duyduğum. Şaka mı bu? Delirdim ya da ben sonunda. Ya da İstanbul’daki yatağımda hiç uyanmadım. Üzerimden dört yıl boyunca buldozer gibi geçen editörlük maceramın yorgunluğu günler sürdü, hâlâ uyuyorum, bu da bir rüya. Biraz daha kulak verdim. Yok, basbayağı Ahmet Kaya bu çalan. Sakin göllerin kuğusuyduk, salınarak suyun yanağında, yarılan ekmeğin buğusuyduk, gözüm yaşarıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle. Fırladım hemen. Tahta köprüye doğru yürüdüm, koşar adımlarla geçtim nehrin üzerinden, masaya yaklaştım. Yakına gelince iki erkek olduklarını anladım masadakilerin. Derhal masanın üzerindekileri tetkik ettim. İki kadeh rakı, beyaz peynir, bir de kavun.
Yaklaştığımı gördüler. Bana bakıyorlar merakla, vardım yanlarına, “Merhaba” dedim, Türkçe. Birbirlerine bakıp güldüler önce, sonra karşılık verdiler, Türkçe. Ben de güldüm. Masanın kenarındaki laptop’tan geliyor müzik, hâlâ Ahmet Kaya çalıyor. Öyle saçma ki durum. İnsan bazen ne kadar uzağa giderse gitsin, galiba bazı şeylerden gidemiyor. Hemen bir sandalye daha getirdi arkadaki bungalovdan biri, diğeri bir bardak koydu önüme, doldurdu.
En fazla 35 olmalıydı yaşları. Benden yaşlı ya da genç olduklarını gösteren bir alamet yoktu hallerinde. Güneşte gevremiş, kaşları dahi sararmış iki adam. Bizim oraların çocukları oldukları her hallerinden belli.
“Dakika bir, gol bir. Daha birkaç saat oldu Pai’ye geleli. Aslında Tayland’a geleli de bir gün oldu sayılmaz” deyiverdim. Heyecanlanmıştım.
Daha girişken olan atıldı: “Bize de sürpriz oldu. Böyle merhaba diye masada bitince biri. O zaman hoş geldin!” Kadeh tokuşturduk.
Durumun gerçek olduğundan şüphelerim vardı. Hangi iki manyak Pai’ye gelir de, nehrin kenarında çilingir sofrası kurar, Ahmet Kaya dinlerdi? Kimdi bu adamlar? Meraktan ölecektim.
“Ne yapıyorsunuz burada? Tatil mi?”
Konuşkan olan cevap verdi. Diğeri pek konuşmuyor, sadece bakıp gülümsüyordu.
“Yok, biz burada yaşıyoruz.”
“Pai’de mi?”
“Evet.”
“Hadi canım! Şaşkınlığımı maruz görün. Şoktayım hâlâ.”
“E, normal. Pek buraların havası değil.” Masadakileri işaret etti.
“Tayland’da ne yapıyorsunuz peki?”
“Uzun hikâye. Anlatması zor.”
“Vaktim var. Burada pek yapacak bir şey yok bildiğiniz üzere,” deyip güldüm, “Merak
içindeyim. Dinliyorum.”
“Beş yıldır buralardayız işte. Önce ben geldim. Ali sonradan geldi. Bu arada
tanıştırmadık kendimizi. Ben Uğur, o da Ali.”
“Ben de Nazan,” dedim.
“Diyarbakırlıyız biz. İstanbul’da birlikte okuduk. Üniversiteden tanışıyoruz aslında. İstanbul Edebiyat’ı bitirdik. Okul bitince iş bulduk, İstanbul’da kaldık. Ortalık epey karışıktı o vakitler. Şimdi anlatması uzun şeyler oldu. Tatsız şeyler, bilindik hikâyeler işte. Anlatıp da tadını kaçırmayayım. Tutunamadık. Gitmek gerekti. Baştan başlamak gerekti yeni bir ülkede. Kalsak iyi olmayacaktı. Avrupa’ya gitmek zor. O sıra Ali’nin bir tanıdığı buralara gelmiş, anlatmıştı biraz. Biz de kapattık her şeyi. Beş sene önce
göçtük buraya.”
“Yerimiz yurdumuz yakınmış. Mardinliyim ben de.”
“O zaman bir kadeh de buna kaldıralım. Mezopotamya’dan çok uzakta bir masada, üç Mezopotamya çocuğu.”
Ali söz aldı. Masaya oturduğumdan beri ilk kez bir cümle kuracaktı.
“Pessoa diyor ya bir şiirinde, “Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!””
“Yola içelim o zaman,” dedim.
Kadehler çınladı. Gözler buluştu bardakların ardında. Yıldızlı gözler.
“Burada ne iş yapıyorsunuz peki?” diye sordum.
“Burada nazar boncuğu işindeyiz. Dükkânımız var. Nazar boncuklu aksesuarlar, takılar, süs eşyaları falan yapıyoruz”
“Romanlık hikâyeniz varmış”
“Öyle.”
“E peki yalnız mısınız? Böyle iki başınıza mı yaşıyorsunuz? Aile falan?”
“İkimiz varız bir tek. Şu arkada kalıyoruz hemen. Burada biraz zor arkadaşlık, sevgililik!” deyip güldü. Al bastı yanaklarını. Konuyu değiştirmek için “Sen ne yapıyorsun?” diye sordu.
“Bir bilsem ne yaptığımı!”
“Sen neden kaçtın diye sormak daha doğru olacak sanki?”
“Doğru dedin. Bir dergide editördüm ben. Gece gündüz hafta sonu demeden dört sene çalıştım. İş yüküm ağırdı. Sonunda delirmekten korkup üç gün önce istifa edip uçağa bindim”
“Aman diyeyim! Çok ani olmuş. Korkmadın mı hiç?”
“Korkmadım herhalde. En azından sen sorana kadar hiç düşünmemiştim korkup korkmadığımı. Dört yıl zamanla yarışınca, çalışmaktan kendini unutunca, plansızlık iyi geldi sanki. Korkmaya vaktim olmadı galiba.”
“İyi gelir burası sana. Sakinler kafan. Ne kadar kalacaksın?”
“Hiç düşünmedim. Akıştayız, bakalım…”
“Belki çok sakin gelir ilk başta, bizim oralarla alakası yok. Ne yediğin içtiğin, ne insanlar, ne hava, her şey çok başka. Ama bir kez alışınca, Türkiye çok uzak bir fikir olarak kalıyor. Bizim için öyle oldu en azından”
Ali’ye baktı. Ali onaylar gibi yaptı ama belli de etmedi aklındakini.
“Yine de aklınız orada kalmış anlaşılan. Ahmet Kaya çalıyor baksana, çilingir sofrası falan. Bileydim bir şişe koyardım ben de çantama,” dedim.
“İnsan aya da gitse bazı şeyleri farkında olmadan götürüyor yanında. Sen o yana bakmazken bavuluna gizlice sızıyor bir şeyler. Anason kokusu oluyor bu bazen, bazen bir Ahmet Kaya şarkısı,” dedi Ali. Gülümsedi, o zaman bir çizgi oluştu ağzının tam kenarında, eski bir şeyi hatırlattı, düşündüm, bulamadım.
“Özlemiyor musunuz hiç?” dedim, “Türkiye’yi yani? Kaç yıl olmuş!”
“Özlemez olur muyuz?” dedi sakince, sustu önce. Daha diyecekleri var, kadehini eline aldı, “Ama madem ustayı bir kere andık bu gece, devam edelim. Diyor ya Pessoa Huzursuzluğun Kitabı’nda, “Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu.””
“Pessoa hiç rakı içmiş midir acaba?”
Bazen göz göze geliyorsun ya birinle. Anlıyorsun, anlıyor. İkiniz de biliyorsunuz bunu. Tek kelime etmiyor, susuyorsunuz yalnız.
Sonra sessizlik. Tayland’da efkâr. Juxtaposition’un alâsı. Rakı bardaklarımız İstanbul nemine alışkın, onlar bile bir acayip terlemiş. Playlist Ahmet Kaya’nın başka bir şarkısına geçmiş. “Söyle” doluyor kulaklarımıza. Vallah yağmur çamur değmedi yüreğime. Şimdi ben neredeyim, sen nerede. Kaldığım hostelin bahçesinde duyduğum kuşun bir benzeri, eşlik ediyor şarkıya tünediği muz dalından. Bardaktaki buzlar tıkırdıyor, fonda Pai, yavaşlamanın yeri. Hindistan cevizi ağaçları, filler, muz
bahçeleri, safran rengi Budist cüppeleri, altına boyanmış sivri çatılı tapınaklar, buda heykelleri, her gün renk renk çiçeğin bırakıldığı, tütsüler yakılan sunaklar, parmak arası terlikli, güler yüzlü kaşık kadar thai kadınları, köri kokusu, uyuşuk köpekler, motosiklet sesleri, ağaç evler, tozlu yollar…
Gece boyunca Tayland hikâyelerini dinledim Ali’yle Uğur’un. Ben de onlara özledikleri İstanbul’u anlattım. İstanbul’dan sırtımda getirdiğim ne varsa o masada bıraktım.
Rakımız bitince “Hadi,” dedi Uğur, “Çorba içmeye gidiyoruz.”
“Yok canım, daha neler!”
“Sen bizi ne sandın. Bizde her şey adabıyla. Mercimek bulamayız ama çorba çorbadır. Bir Tom Yum’a hayır demem şimdi”
Uğur’un motoruna bindik üç kişi, biz üç kişiydik, önde Uğur, ortada ben, boynumda Ali’nin nefesi, üç Mezopotamya çocuğu, Tayland’da bir dağ kasabasının kıyısında unutulmuş küçük, pasaklı bir restorana doğru hızla ara sokaklardan seğirttik. Yolda Ali kulağıma eğildi, nefesi ılık, “Çemberlitaş’taki Erenler Kahvesi duruyor mu hâlâ?” diye sordu. Motorun gürültüsü restoranın girişinde sustuğunda yanaklarımdan yaşlar iniyordu aşağı. Rüzgârdan mı, bilemedim.