Sırrı Süreyya Önder: “Canı yananın eli ağır olur”…
okuma süresi 6 dakikaBen okumayı söktükten sonra sapıkça bir işe yöneldim. Kentteki bütün tabelaları okuyup ezberliyordum. İlkokul 2. sınıftayken kentin bütün dükkan ve sokak tabelalarını ezberlemiştim. O kadar sıralı sayıyordum ki “Google Map” olsa haset ederdi.
İki tabela ile başım dertteydi, birisi ‘Trahom Savaş Dispanseri’ diğeri de ‘Sıtma Savaş Eradikasyonu’.
Başı dertte olan yalnızca ben değildim. Ahali de pek telaffuz edemezdi.
Lise son sınıfa geçtiğim yaz tatilinde fotoğrafçı kalfalığı geliri yetmez olunca Sıtma Teşkilatı’na mevsimlik işçi olarak girdim. Sendikanın örgütlü olduğu yerlerden birisiydi ve işe girmemle sendikalı olmam aynı anda gerçekleşti. Sınıf mücadelesine kanımın ısınması bu yıllara rastlar. Çünkü bizden daha ağır işlerde çalışan ama sendikası olmayanların yaklaşık üç katı maaş alıyorduk.
Bizi toplayıp ikiye ayırdılar. Bir kısmımız tedavi ve tarama işinde çalışacaktık, diğerleri de ilaçlama. İlaçlama dediğimiz, sırtına galvanizden yapılmış pompalı bir tüpü alıp onunla bataklıkları ve çeltik tarlalarının kenarlarını ilaçlamaktı. Tüpün dolu ağırlığı yaklaşık 30 kilo geliyordu ve beni de kemiksiz olarak tartsalar ancak o kadar gelirdim. Bu yüzden tedavi ve tarama işçiliğine verildim.
Jandarma eşliğinde Adıyaman’ın girişine duruyorduk ve ırgat taşıyan kamyonları durdurup içindeki köylülerin nasırlı parmaklarından kan alıyorduk. Kanı bir ‘lam’ üzerine iki damla şeklinde alıp bir damlasını yayarak kurumasını beklerdik. Daha sonra yaydığımız kanın üzerine kan verenin adını ve köyünü yazarak lamı merkez laboratuvara teslim ederdik. Orada sıtma vakası rastlanan köye tedavi işçileri giderdi. 14 gün boyunca o köylüye ilaçlarını düzenli olarak içirirdi. Aldığımız eğitimde, köylü ilacı içtikten sonra ağzını açtırıp at dişine bakar gibi yutup yutmadığını kontrol etmek de vardı.
Sterilizasyonun bilinse de önemsenmediği yıllardı. Hele yoksullar söz konusu olduğunda hiç iplenmezdi. Kan aldığımız toplu iğneler ceket yakamızda saplı olurdu ve yüzlerce ırgatın parmağına aynı iğne girip çıkardı. Irgatların sevk ya da dönüş ayı olmayan zamanlarda da köylerde tarama yapardık. Her işçiye 20 köy verilir ve yaya olarak bu köyleri gezer, kan toplardık. Eskiden her köy evinin arkasında, sıtma işçisinin o eve uğradığını gösteren imza kağıtları asılı olurdu.
İşi bilen eski sıtmacılar bize bir akıl verdiler, “iğne yapmayı öğrenin, yolunuzu bulursunuz” dediler.
İğne ya da enjektör, ilacı vücuda aktarmanın araçlarından birisidir ama eskiden bir araç değil bizatihi bir tedavi yöntemi sayılıyordu.
Mesela bizim mahallenin ihtiyar kadınları sağlık ocağına yeni gelen doktorun iyi bir hekim olup olmadığını iğne yapıp yapmamasına bağlıyorlardı.
Babaannemden çok sık duymuşumdur “Bu yeni doktora kulak asma oğul, o kadar yol gittim bir iğne bile yapmadı!” Hele doktor bir de damar yoluyla iğne yapmışsa babaannemin keyfine diyecek olmazdı.
O zamanlarda tek kullanımlık enjektörler yok. Paslanmaz çelikten bir muhafazanın içinde cam enjektörler var. Eczaneye giderek borca bir enjektör takımı aldım. Usta sıtmacılar bize iğnenin nasıl vurulacağını öğrettiler. Patates ya da portakal, insan etine en yakın sertlikte olduklarından onlar üzerinde çalıştık. Bir kalçanın neresine iğne yapılacağını uzun uzun anlattılar. Hepimizin götü üzerinde ayrıntılı olarak gösterdiler. Gerçi bunu yaparken ‘vık vık’ gülüyorlardı ama biz kötüye yormadık. Kolay mı öyle, sonunda bir zenaat sahibi olacaktık. Hem yalan değilse, ustaları da onlara öyle öğretmişler.
Öğrenme işi bittikten sonra sıra geldi hangi ilacın enjekte edileceğine. Bir doktorun 7 senede öğrendiğini bize 7 dakikada öğrettiler. Aynen şöyle bir şeydi: “Eczaneye gidin Combiatrin, Polivit ve Novalgin alın. Hastanın ateşi varsa birinciyi ateşi yoksa ikinciyi vurun. İniltisi varsa da Novalgin yapın. ‘Sırtıma kar yağıyor sanki’ diyorsa ve pamuğa ırgatlığa gitmişse kesin sıtmadır. Ona kinin verin. Fayda görmezse bile zarar da görmez. Zaten tedavi dediğin aslında dahilen aspirin, haricen de tendürdiyottan ibarettir. İğne yapılacak kalçayı dörde bölün ama elinizle değil göz kararı… Sağ kalçada sağ üst köşeye, sol kalçada sol üst köşeye… Olmadı, tereddüte düştünüz kemer yerindeki çıkık kemikten karışlayın. Serçe parmağınızın geldiği yere vurun gitsin.”
Bu hizmet içi eğitimden sonra gittiğim ilk köyde sordular “iğne var mı?” diye “var” dedim.
Hastanın evine gittik. Baktım hasta inleyerek yatıyor. “Sırtın üşüyor mu?” diye sordum, üşümüyormuş. Ateşini ölçtüm! Tabii ki elimle… Adeta yanıyordu. Bir gaz ocağı istedim. İğneyi kaynattım. Bir penisilin türevi olan Combiatrin’i çıkardım. Cam tüpün tespih imamesi uzunluğundaki başlığını kesmek için mini testereyi sürtmeye başladım. Ağaç olsa kesilirdi. Meret bana mısın demiyor. Herhalde yeterince sürtmüşümdür diyerek iki parmağımla tık diye kırmaya çalıştım. Beceremedikçe terliyorum. Bütün ev ahalisi beni gözlüyor. Parmaklarım terlemeye başladı. Tüpün başı kopmadı, kırıldı. Cam elimi kesti. Özgüven yerlerde sürünüyor. Benden bir kan akmaya başladı kurbanlık koyun misali. Kan görmeye dayanamam ama eczaneye borcum var. Neyse zor şer parmağı pamukla sardım. Adamı yüzüstü çevirdim. Emin olmak için donunu dizlerine kadar sıyırdım. O zamana kadar hiç köylü götü görmemişim. Aman Allah’ım şekilsiz bir şey. Ne dörde bölmek mümkün ne de sekize… Tendürdiyot ya da öyle bir şeyi pamuğa döktüm. Sterilize edeceğim güya ama ben resmen adamın götünde arkeoloji yapıyorum. Dağ bayır koşturmaktan adamda yumuşak et diye bir şey kalmamış. Her yer kemik gibi. Sonunda karışlama yöntemini kullanmaya karar verdim. Bir nokta belirledim. Hasta iyice kıllanmaya başladı. Tıpkı Başbakanımızın açılışlarda yaptığı gibi “Ya Allah Ya Bismillah” dedim. Her ihtimale karşı “Ya Ali”yi de ekleyip iğneyi sapladım. Meğer iğne ucunu iyice oturtmamışım. İğne biraz girdi ama enjektörden çıktı. Şırınga elimde, iğne ucu adamın götünde. Parmağım yeniden kanamaya başladı. Hastanın tahammülü oraya kadarmış. Donunu çekerek doğruldu. İğne ucu kimbilir neresine saplandıysa bana can havliyle bir tokat attı, bayılmışım…
Enjektör takımım o evde kaldı ama paslanmaz çelik muhafazayı sıhhiye çantama atmayı becermiştim. Eczaneye de borcum var. Maaşımdan artırıp ödedim. Paslanmaz çelik kabı yıllarca tütün tabakası olarak kullandım. Ondan sonra gittiğim köylerde “iğne var mı?” diye soranlar “yok” dedim. Doktorluk maceram da başlamadan bitti. Üniversite sınavında istediğim Tıp Fakültesi’ne girebilecekken Siyasal Bilgiler’e girdim.
Siyaset maceram başladığında kendime bir öğütte bulundum. “Cana gelen bana gelsin” dedim. Biliyordum çünkü; canı yananın eli ağır olur.
OT dergisi, Ekim