Tarihin devasa meyhaneleri…

okuma süresi 4 dakika
Ahmet Mithat Efendi “Dürdane Hanım” adlı eşsiz eserinde yaşadığı dönemi hemen her yönüyle dile getirirken o günlerin meyhane azmanlarını da unutmamıştır. Meyhane azmanları dediğimiz de dev gibi kocaman yerler. Böyle yerlerin cesametleri da ürkütür, korku salar insanın içine.

Ahmet Mithat Efendi “Dürdane Hanım” adlı eşsiz eserinde yaşadığı dönemi hemen her yönüyle dile getirirken o günlerin meyhane azmanlarını da unutmamıştır. Meyhane azmanları dediğimiz de dev gibi kocaman yerler. Böyle yerlerin cesametleri da ürkütür, korku salar insanın içine. Bu ön bilgilerden sonra dilerseniz Ahmet Mithat Efendi’ye kulak verelim:

“… Galata’dan geçerken bir takım geniş meyhaneler ki yüzleri 15-20 metre, derinliği ise 30-40 metreyi bulur. Bu meyhanelerin sokağa bakan yakın bir yerinde süslüce bir tezgâh görüp de onun ön tarafında da eski Yunanlıların ‘içki ilahı’ olan Baküs’ün çakır keyfi olmuş hali insanın epeyce etkiler. Bunları medeniyetin bugünkü ilerleyişinde yarattığı yeni yetişmeler sanmayınız hiç. Öte yandan meyhanenin boyuna iki yahut üç sıra olarak birbiri üzerine dizilmiş beşer yüz kiloluk fıçılar ürkütür insanı.

Vakıa bu fıçıların üzerinde numaralar da göreceğinizden belediye dairelerinin dükkân ve evlere numaralar koyduğu zamandan beri hatırlanan bu numaralar size bu fıçıların da daha birkaç yıldan beri meydana çıkmış şeyler olduğunu zannettirir.

Hele bazı meyhanelerde bunları çividi yahut beyaz renklere boyanmış görünmesi bu zannınızı kuvvetlendirir ama o fıçılar tıpkı elli beş yaşından sonra ustura, ibrişim ve pomatlarla kendisine gençlik ve tazelik vermeye çalışan kart ve kıranta herifler gibi şu görünüşteki süslere büründüklerinden zamanenin şıkları gibi sayılmazlar.

Şimdiki halde andığımız meyhanelerin çoğunda bu fıçılar boştur. Boş olmaları ise ne kadar ihtiyar olduklarını tahminine daha çok yardım eder. Zira içini yuva edinmiş olan örümceklerin her biri hemen yengeç büyüklüğünü almış ve renkleri bozarmış olduğundan tarihi bilginiz varsa bu örümceklerin yetmişer, seksener yaşında olduklarından hükümde tereddüt etmezsiniz.

Hey gidi züğürt şık beyler! Bizim ikbalde olduğumuz bereketli zamanlarda burada ‘bir kadeh’ yahut ‘bir mastika’ gibi tabirler kullanılmazdı. Bir ‘elli’ yahut ‘okkalık’ denilip dört elli içmekle yetinen sarhoşların yüzüne bile bakılmazdı. Bir baş tömbekiyi nargilede içinceye kadar okkalığı sızdıran ve meze olarak bir çeyrek turp ile iktifa eden bekriler şimdi tezgâh önünde resmi görünen Baküs görseydi, içki ilahlığından affını diler, onu bunlara bırakırdı.

Buraya su denilen şey ancak kap-kacak yıkamak için girerdi. Yoksa öyle bir kadeh rakının yanında koca bir bardak su bulunduğu yaşlı bekriler görselerdi, “Eyvah ne günlere kaldık! Su ile mi keyif yetiştireceğiz?” diye ateş püskürürlerdi. Şimdi gördüğümüz meyhaneler kendi hallerince, kendi âlemlerince böyle büyük günler görmüş eskilerdendir. Onların yanında aynalı gazinolar (Galata’daki Küçük Aynalı ve Büyük Aynalı meyhanelerini kastediyor), falanlar, çocuk oyuncağı gibi kalırlardı.”

Ahmet Mithat Efendi’nin “çocuk oyuncağı gibi kalırdı” ifadesi asla ve asla küçümseme olarak görülmemelidir. Çünkü Osmanlı döneminde ülkemizde şu veya bu sebeple bulunmuş olan yabancı konuklarımızın kaleme aldıkları seyahatnamelerde, hatta sefaretnamelerde bırakın meyhaneleri buralarda bulunan şarap fıçılarının cesametleri şaşkınlık ve hayretle dile getiriliyor. Bundan da Ahmet Mithat Efendi’nin böylesine bir benzetmeyi yapmakta ne kadar haklı olduğu ortaya çıkıyor. Hele Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat döneminde kaleme alınmış olan eserler. Kimi zaman inanamıyorsunuz anlatılanlara.

Anlaşılan söz konusu fıçılar bizim yetişebildiğimiz turşucu dükkânlarında bulunan devasa turşu fıçılarından bile çok daha büyükmüş. Bunlardan bazıları boş olarak bile özel olarak yapılmış tahta sedyelerle on beş yirmi kişi zor taşırmış. Aynı şeyler bu meyhanelerde bulunan fıçılar için de geçerliymiş.

Fıçı şarabı satan meyhanelerdeki fıçı azmanlarından bazıları yatay, bazıları dikey olarak duvar kenarlarında bulunuyordu. Yerlerine dikey olarak istif edilmemiş olsalardı üzerlerine koskocaman tuzlu balık çavalyeleri konulabilir miydi hiç?

Örneğin Pirimiz Bekri Mustafa’nın keyif sofrasına dil uzatan bekçiyi tuza batırıp iyice tuza buladığı çavalyenin çapı bir buçuk metreden az değildi herhalde. Yoksa nam-ı diğer Tuzsuz Deli Bekir Efendimiz layık-ı veçhile bekçiyi iyice tuzlayamaz, kıssaları da günümüze kadar intikal edemezdi.

Başka bir sohbette buluşmak üzere hoşça kalın…

About The Author

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.