Taşralı bir ‘Yıldız’
okuma süresi 3 dakikaAltı yıl önce [artık on beş yıl önce] ‘Taşralı bir yıldız olmak zor’ adlı bir yazı yayımlamıştım Varlık‘ta, Yıldız Tilbe üzerine. O günlerde, uyuşturucu kullandığı için gözaltına alınmıştı. Biraz baskın tarzında gelişmişti ve çok büyük bir olay biçiminde yansımıştı medyaya. Ufak tefek bir kadın, iyice ufalmış, kararmış bir biçimde, polislerin arasında yürüyordu. Geçmiş zaman, aklımda kaldığı kadarıyla da şaka yapmaya, ‘Yapmayın beyler o kadar büyütülecek bir şey yok!’ demeye çalışıyordu. Dinleyen kim, polis bir kere yakalar, medya bin kere bırakmaz peşini! Etkilenmiştim ve şunları yazmıştım.
“Taşra tuhaf bir yer değil, tuhaf bir şey. Taşrada kalmak da zor, ondan çıkmak da. Kurtulmak demiyorum, taşradan kurtuluş yoktur, hep peşinizdedir. Taşralı yıldızın 1 gr. esrar yüzünden hayatı söner, kurtuldum sandığı taşraya daha kötü şartlarda döner. Taşra kaptırdığını geri alır, intikamını da feci alır. Taşralıysanız, bilirsiniz, tutunmak yoktur, en çok tutundum dediğiniz yerde aşağıya kayarsınız. Taşrada bir uçurum geleneği vardır ve herkesin başı döner. Çünkü taşra çıkışlılar hep yükselmek ister, başdönmesini de göze alarak. Doğrudur, yükselirler, ama onlarla birlikte o uçurum duygusu da yükselir. Ne kadar yükseğe çıkarsan, düşüşün de o kadar görkemli olur… Ya da öyle sanılır. Belki taşra, bu uçurum ve intikam duygusuyla vardır, taşra bir lehçe değil, bir imladır, diliniz düzelse bile o imladan kaçış yoktur. Hem nereye kadar? Taşradan ne kadar kaçsanız yine taşraya varırsınız. Taşra susuz bir deryadır ve kimse gemisini sahile çıkaramaz. (Bakınız: Üçüncü hamur pavyonlar, kurşun harflerle dökülmüş kaderler, tipo baskı soluk hayatlar, çiçekbozuğu sevinçler…)
Sonra da bir ‘telgraf’ çekmiştim taşraya: ‘Taşra imlası taşrada tehlikelidir’ demiştim, taşradan yeni geldiğim günlerde. Sana haksızlık etmişim, küçümsemişim, düzeltiyorum: Taşra imlası her yerde tehlikelidir ve imlâdan kurşuna dizerler, hem de daha sınava çekmeden. Sense orada bir taş gibisin, ne oğulların ne kızların olmamış gibi, bağışlamayacaksın hiçbirimizi.”
Bugünlerde Yıldız Tilbe dinliyorum, ‘Yıldız’dan Türküler’ Ege’den, Karadeniz’den, İç Anadolu’dan, Çukurova’dan söylüyor, Azeri, Alevi türküleri söylüyor, bir ağlatan, bir güldüren türküler. Ama hepsinde de aynı gam, oyun havası bile olsa ‘kahır mektubu’ gibi okuyor. Kendisi de söylemişti: “Bazen kendimi dinlemeye tahammül edemiyorum. Çünkü duyduğum ses beni çok etkiliyor. Sesimi dinlediğim zaman acı duyuyorum. Bana hep acıyı hatırlatıyor. Sesime dayanamıyorum çok zaman. Dinlemiyorum. Garip bir ses, bilmiyorum.” 20 türkü var, pek çoğunu biliyorum, Yıldız Tilbe hepsini kendi türküsü gibi söylüyor, belki o ‘garip ses’ten ötürü, bana da çok dokunuyor bu türküler. Ne var ne yoksa hayatında, hepsini bu türkülere yüklemiş gibi söylüyor. Belki de Yıldız’ın taşraya gerçek dönüşüdür bu, belki de raks ettiği, kendinden geçtiği zamanlarda, kimsenin anlam veremediği, yadırgadığı tuhaf danslarında nasıl kendisi oluyorsa, bu türkülerle de, sesine bol gelen ‘fantezi’den soyunup yalın haline ,o ‘garip ses’e dönüyordur. Ola ki bağışlanmaktan vazgeçmiştir, ola ki taşralı bir küçük Yıldız olarak, hayallerini şimdi gerçekleştiriyordur. Belki de kurşuna dizildiği imlayı benimsemiştir artık ve bunun bir lehçe olamayacağını anlatan hayattan, böyle ‘zarif bir intikam’ alma yolunu seçmiştir. O acılı imlaya bir Kürtçe türkü de yakışırdı, elbette… Kibarlık olsun diye değil, zarafet tamam olsun diye.
Radikal’den alınmıştır.