Ustam Peride Celal’le yıllar
okuma süresi 12 dakikaUstam Peride Celal “Romanı ne zaman sevdiniz?” diye sormuştu bana. Bebek’teki evindeydik. İlk kez tanışıyorduk. Peride Hanım Her Gece Bodrum‘u okumuş, tanışmak istemiş.
Demek 1976, 77 filan. Güzel bir yazsonu akşamıydı. Bebek Camii, Bebek koyu, akşam güneşiyle ışıl ışıl deniz Çallı’dan bir peyzajdı…
‘Roman’ sözcüğü ne zaman kulağıma çarptı, giderek belleğimde yer etti, tam çıkaramıyorum. Çocukluğumda annemin okuduğu Comtesse Ségur imzalı masal-romanları bir roman duygusuyla mı dinlemiştim? Belki. Sonra kendi kendime okuduğum çocuk romanları: Murat Reis’in Oğlu, Balaban, Pembe Evin Kedisi, Gizli Bahçe. Soluk soluğa okurdum, tekrar tekrar okurdum. Oğuz Özdeş’ten Dağ Başını Duman Almış‘ı, Kemalettin Tuğcu’ları unutmuyorum.
Ortaokul Türkçe kitabımızdan bir roman parçası hatırlıyorum: Abdülhak Şinasi Hisar Fahim Bey’in giysilerini anlatıyordu. Hayalperest Fahim Bey bozgunlara uğramadan pek çok giysi diktirmiş, sonra bozgunlara uğrayınca pek çok giysiyle bir ömür boyu baş başa kalmış…
Ders kitabımızda, Fahim Bey ve Biz‘den yola çıkılarak, herhangi bir roman tanımına yer verilmiş miydi, bunu da hatırlamıyorum.
Daha eskilerde, bir anı, ‘okuyamadığım’ bir romanla ilk karşılaşmama ilişkin: İlkokul birinci sınıfı Cihangir İlkokulu’nda okudum. Başöğretmenimiz Refi Bey ve eşi Müeyyet Hanım aile dostlarımızdı. Kızları Lâmia’yla yaşıttık. Sık sık onlara giderdik. Küçük oturma odasında, tam balkon kapısının yanında bir etajer dururdu. Etajerde sıra sıra kitaplar yan yana. Çoğu Semih Lûtfi Kitabevi’nin “ucuz romanlar” serisinden.
Peride Celal imzalı Sönen Alev‘i -Münif Fehim’in yaptığı- kapak resminden dolayı çok severdim. Müeyyet Hanım’lara her gittiğimizde Sönen Alev‘in kapağına yeniden bakıyordum.
Bu anlattıklarım 1955 sonrasında. Sözlükler, Sönen Alev‘in 1938’de yayımlandığını saptıyor. Demek ben o sırada bir yirmi yıl öncesine dönüp bakıyormuşum. Ya Müeyyet Hanım, ya Refi Bey, yirmi yıl önce edindikleri Sönen Alev‘den ayrılamamışlar.
Şimdi düşünüyorum da, Sönen Alev yirmi yaşlarında bir gençkızın yazdığı romanmış.
Sönen Alev‘i sonunda okumuştum. Onun, sonra Yaz Yağmuru‘nun, özellikle Atmaca’yla Aşkın Doğuşu‘nun, bütün bu otuzların sonunda, kırklarda yazılmış romanların âdeta fizikötesi uzantıları olduğuna inanıyorum.
Günün birinde Peride Celal’le tanışacağımı elbette hayal edemezdim. Sadece eserlerini okuyordum. Peride adı bana çok çekici geliyordu.
Bu ad, o kadar çok sevdiğim Çalıkuşu‘nun Feride’sinden daha alafranga, daha ‘monden’ geliyordu. Şu monden sözcüğünü de Aşkın Doğuşu‘ndan öğrenmiştim.
Peride Farsça bir sıfat, ‘uçup gitmiş’ anlamına geliyor. Mecazî anlamı ise ‘solgun’.
Peride Hanım’la bir gün tanışacağım aklımdan geçmiyordu ama, usul usul, romanlar yazmaya çalışıyordum. Elbette hep öykünmelerle; Reşat Nuri’ye öykünüyordum, Halide Edib’e, Yakup Kadri’ye, Refik Halid’e. Peride Celal’in romanlarına da. Meselâ Atmaca‘nın başlangıcında “Meliha’nın çayı” çok hoşuma gidiyordu. Alıntılıyorum:
“Meliha’nın çayı her zaman olduğu gibi kalabalıktı. Handan, yanındaki adama lâkayt, oturduğu koltukta kalabalığı seyrediyor, kızının nezlesini düşünüyor ve çocuğunun aksırmaktan, öksürmekten biraz kızarmış, şişmiş küçük tatlı yüzü gözünün önüne geldikçe garip bir rahatsızlıkla yerinde kıpırdıyordu. Halbuki geleli pek az olmuştu. Birdenbire kalkıp giderse hem etrafa, hem yanında durmadan gevezelik ederek kendisini eğlendirmeye, gözüne girmeye çalışan doktor Nejat’a ayıp olacağını, kızkardeşinin buna kızacağını biliyordu.”
Peride Celal o dönem romanlarını benimsemez. Hiçbirinin edebî değer taşımadığını ileri sürer. O dönemde geçimini sağlamak için yazmış olduğu magazin hikâyelerini üzüntüyle anar.
Bir gençkızın yetişme koşullarını kaleme getirdiği, yetkin bir üslûpla yazılmış Dar Yol‘u ben çok severim. Peride Hanım Dar Yol‘u da yıllar yılı gözden ırak tuttu. Dar Yol‘u 1988’de Peride Celal şu satırlarla imzaladı:
“Dostum Selim İleri’ye
“1949, İsviçre’den İstanbul’a geldiğim yıllar… İş peşine düştüğüm ve yeniden gazete kapılarını aşındırdığım… Kırk yıl sonra size imzalamak hüzün veriyor biraz. Eski zamanlardan kimi satırlar belgesel olarak işinize yararsa gene de sevineceğim…”
Kadıköyü’nden, Kızıltoprak’tan, Fenerbahçe’den, Moda’dan söz açan tasvirler bu romanda, günümüz için gerçekten belgesel anlam taşıyor.
Çetin bir mücadeledir onunkisi: Kendi söyleyişiyle “ekmek parasını çıkarmak uğruna” boyuna yazmaktadır. Zorunlulukla, ‘piyasa’nın taleplerine uzak duramaz. Sürekli yazdığı için kalemi bilenmektedir ama, gönlünce yazmamakta, yazamamaktadır.
Röportajlardan, tanıtımlardan, televizyon çekimlerinden hep uzak durdu Peride Celal. Romancının, eserini yayımlattıktan sonra, okurdan uzak durması gerektiğini düşündü. 1996’da yalvar yakar gerçekleştirdiğim söyleşimizde, geçmiş için şunları söylemişti:
“Geçmişe baktığım zaman… hele ilkgençlik… bir kere geçmişte o kadar sıkıntı çektim ki ben, yokluk, yalnızlık, maddî sıkıntılar… Karamsar bir çocuktum. Sanki herkesin üzerinde bir yüktüm. Üvey babam elbette değerli, çok iyi bir insandı. Annem olsun, üvey babam olsun, çok uğraştılar. Ama babasızlığın verdiği müthiş bir yalnızlık vardı. (…) Ben hiçbir zaman kendimle barışmadım. Hâlâ barışmadım. Hayatla barışmadım.”
Dar Yol geleceğin usta Peride Celal’ini haber veren romandır. Necatigil Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü‘nde şöyle yorumlamış:
“Romancılığının, ilk on beş yılında aşk ve serüven romanlarıyla tanındı. (…) Daha sonra gözlem ve çözümleme yatırımlarıyla, öncekilerden çok ayrı ve Türk romanının gelişim çizgisi üzerinde ağırlığı olan romanlara geçti.”
Necatigil yeni dönemi Üç Kadın‘la başlatır. Üç Kadın Peride Celal’den unutamadığım bir romandır. İlk basımı Çağlayan Yayınevi’nin cep kitapları dizisinden. Yayınevi Ertel Eğilmez’le Refik Erduran’ın. Dizideki kitaplar, elli altmış adet basılıyor, bütün gazete-tütün bayiilerinde satılıyor. Böylesi bir yayıncılık girişimi o güne kadar görülmemiş.
Üç Kadın‘ı 1960’larda Beyazıt’ta, Sahaflar Çarşısı’nda bulmuştum. Bu romanda romancı Fatma’yı, çevresindeki şairleri, öteki yazarları, ressamları tanıyacaktım, Fatma’nın çok güzel ve mutsuz ablasını da. 1950’lerin İstanbul dünyası fonda. Peride Celal’in kesitindeyse bohem yaşayışlı sanat çevreleri. Yazar, Demokrat Parti’nin toplumsal hayatımızdaki etkisini de geri planda yansıtır. O ilk ‘Amerikanlaşma’ girişimleri…
Henüz Cihangir’de oturuyorduk. Üç Kadın‘ı müthiş bir hayranlıkla okumuştum. Peride Celal çoktan gözde romancılarım arasındaydı. Tam o sırada Cumhuriyet gazetesinde Gecenin Ucundaki Işık‘ın tefrikası başladı.
Demokrat Parti’nin var ettiği, 1950-60 arası güç kazanan bir zümre Gecenin Ucundaki Işık‘ın kadrosunu oluşturur. Bu zümre, hayli Batılı bir dekor önünde yaşayan, zengin, kentsoylu ve gösterişçidir. Büyük şehrin zenginler yaşamasını, yine Peride Hanım’ın nitelendirmesiyle “kaymak takımı”nın yaşamasını yansıtan hemen hemen ilk roman.
Gecenin Ucundaki Işık‘ın tefrikasını her gün kesiyor, büyük boy bir zarfta saklıyordum…
Peride Celal’le tanışmaya Bebek’teki eve giderken Güz Şarkısı‘nı da okumuştum. Güz Şarkısı yine önce Cumhuriyet‘te tefrika edilmiş, sonra kitap olarak yayımlanmıştı. O artık son tefrika örneklerindendi. Bir gün güzelim tefrika roman geleneği hayatımızdan el ayak çekti…
Söylemem yersiz: Önemsediğim bir romancıyla tanışacağım için enikonu heyecanlıydım. Üstelik o romancı yazdığım bir roman sebebiyle beni tanımak istiyordu.
Yaz sonu, güz başlangıcı. Ev cadde üstünde, yanlış hatırlamıyorsam en üst kat. Geniş bir balkon. Balkon apartmanın bahçesine, caddeye, ötedeki koya bakıyor.
(Şimdi burada bir ayraç açıyorum: Geçen zaman belleğe ne oyunlar ediyor! Peride Hanım’a giderken, yenilerde çıkmış romanı Üç Yirmidört Saat‘i yanıma almıştım o gün. Ve imzalatmıştım. Üç Yirmidört Saat‘in ön sayfasına demin baktım, imzanın altındaki tarih 3 Şubat 1977!)
Okuduğum Peride Celal’den sonra gördüğüm Peride Celal’i nasıl anlatmalıyım? Ölçülü, uzak, hatta mütehakkimdi. Ne var ki gözlerinden sevecenlik okunuyordu.
Diyebilirim ki, çevremdeki kişilere, artık aralarına katılmış olduğum öteki edebiyat insanlarına benzemiyordu. Davranışlarından beysoyluca bir tutum algılıyordunuz. Bana ‘siz’ diye hitap etmişti.
Uzun yıllar sürdü bu siz. Sebebini şöyle açıklıyordu Peride Hanım: “Bir yazarsınız, ‘sen’ diyemem.” ‘Selim’ de demiyordu, ille ‘Selim İleri’. Ancak çok sonra, ricalarım yüzünden, Selim’e razı oldu.
Bebek’teki ev görgüyle inceliğin eşliğinde döşenmişti, tıpkı sonra Valikonağı’ndaki, Etiler’deki evlerde olduğunca. Hem zarafet söz konusuydu, hem de bu zarafete aldırışsızlık.
O gece Vedat Günyol’la Ülkü Tamer de yemekteydiler. Ülkü Tamer Milliyet Yayınları’nı yönetiyordu, yani Peride Hanım’ın yayıncısıydı. Milliyet Yayınları’nda bir dolu güzel kitap yayımlıyordu Ülkü Tamer. Bol bol edebiyattan konuşulmuştu. Peride Hanım’ın eşi Atıf Yonsel ünlü bir hukukçuydu ama, edebiyata tutkundu.
Atıf Bey’in yanında oturuyordum. Öylesine özenli, deyiş yerindeyse ‘kibar’ sofrada pot kıracağım, üstüme başıma bir şey dökeceğim diye ödüm kopmuştu.
Derken küçük bir tartışma patlak verdi: Atıf Bey’in -1970’lerde popülerliğini şiddetle koruyan- ‘köy edebiyatı’na ilişkin bazı kaygıları vardı. Yenilerde Fakir Baykurt’un bir romanını okumuştu, düşüncelerini açıklıyor, köylülükle işlerin yürütülemeyeceğini söylüyordu. İtiraz Vedat Hoca’dan geldi. Vedat Hoca Amerikan Sargısı‘nın -Fakir Baykurt’un romanı- sadece köy romanı olarak nitelendirilemeyeceğini söyledi.
Atıf Yonsel romandaki devrimci muhtar tipini inandırıcı bulmamıştı. Vedat Hoca boyuna “Allegori! Allegori!” diyordu. Peride Hanım’a gelince sofrada olmayan bir yazar için konuşulmasından tedirgindi. Kesin bir tavırla tartışmaya son verdi.
Günyol’la Peride Celal çok eski arkadaştılar, taa Nâzım Hikmet döneminden. Peride Celal, okuyanlar hatırlayacak, o dönemi en önemli romanlarından biri olan Kurtlar‘da anlattı sonra.
Peride Hanım yazları Burgaz’a giderdi. Biz de Vedat Hoca’yla ve bazı başka dostlar, mutlaka bir iki kez konuğu olurduk. Son vapura kadar süren güzel yaz akşamları. Baştan beri hayranı olduğum romancı Peride Celal, şimdi bana en yakınlarımdan biri gibi geliyordu. Belki çok sık görüşmüyorduk ama, telefonla haberleşiyorduk.
1981’de Bir Hanımefendinin Ölümü yayımlandı. Burada “Ada” öyküsünde -öykü kişisi- Eser’in on yedi yaşındaki kızı için şunlar yazılıdır:
“Dünyadan ve insanlardan nefret ettiğini söylemişti. Paralarından, bilgilerinden, kurumlarından iğreniyormuş seçkin burjuvaların. Küçük insanların arasında rahatlıyormuş. Sevdiği bir iki kişi, Gandhi, Yunus Emre, Nâzım, Dağlarca. Selim İleri biraz da.”
Nasıl şaşırmış, nasıl sevinmiştim…
Peride Hanım’ı Beyoğlu Nikâh Dairesi’nin taraçasında hatırlıyorum. Kızının nikâh töreninden sonra konukları geçiriyordu. Solgun çağla yeşili yapraklı, şifonu andırır uçucu bir kumaştan giysisiyle. Yüzü makyajsızdı. Saçları kızıl ve tek bir beyaz meç. Soyluluğuna, inceliğine, alımlılığına bakakalmıştım.
Sonradan saçlarını büsbütün bembeyaz bıraktı.
1985’te Pay Kavgası yayımlandı. Ülkü Tamer’den sonra Peride Hanım da Milliyet Yayınları’ndan ayrılmıştı; şimdi Remzi Kitabevi’yle çalışıyordu. Bir ara “Öyküleri topluyorum” demişti bana. Hiçbiri dergilerde yayımlanmamış öyküler, hiçbirini bilmiyorum.
Pay Kavgası‘nı Eksercioğlu Sokağı’ndaki daracık çatı katında okuyordum. Hayli gecikerek gelmiş ‘otuz yaş’ bunalımı içindeydim, kırka iyice yaklaşırken. Pay Kavgası‘ndaki eşsiz bir yaşlılık hikâyesi olan “Çukur”u kendi kendime Peride Hanım’ın başyapıtı ilân ettim. Telefona sarıldım. Sözcüklerim derdimi anlatmaya yetmiyordu. Peride Hanım “Siz hep bana destek çıkarsınız, siz hep böylesiniz” diyordu.
“Çukur” gerçek edebiyatseverlerin yüreğini burktu. Meselâ Seçkin Selvi aramıştı, çok beğenmiş “Çukur”u. Peride Celal’in önceki eserlerini zamanında okumamış olmaktan yakınanlar vardı. Peride Hanım sessizce, edebiyat çevrelerinden uzak, kendi köşesinde yazıyordu. “Çukur”da iki kadın, iki insan var: Biri başarmış, biri anlaşılamamış. İkisi de bence Peride Celal…
Peride Celal 1985 sonrasında demin andığım eşsiz Kurtlar‘ı yazmaya başladı. Atıf Bey’i kaybetmişti. Romanı yazarken sancılı bir çalışma içindeydi. Yazıyor, yazdıklarından vazgeçiyor, yeni baştan yazmaya koyuluyor. Magritte’in röprodüksiyonlarıyla bezeli çalışma odasındaydık; dosyalarını göstermişti: Nice defa kaleme getirilmiş, dinlenmeye bırakılmış bölümler.
Remzi Kitabevi Kurtlar‘ı fazla “kalın” bulmuş. Peride Hanım alınmıştı. Can Yayınları’nı, Erdal Öz’ü salık verdim. Samiye ve Erdal çok sevindiler.
Kurtlar‘da roman kahramanı bile oldum. Bir romanda sizden yola çıkılarak yazılmış kişiyi okumak bambaşka bir duygu. Peride Hanım “genç romancı” diyordu bana, bazan da “genç yazar”.
Önce ben miyim değil miyim diye şüpheye düştüm. Ne var ki heyecanla okuyordum. Sonunda Bodrum Kalesi’ndeki çanı çalma sahnesi çıkagelince şüphem kalmadı. Çünkü bu sahne Her Gece Bodrum‘daki sahneye apaçık bir göndermeydi. Romanın, Kurtlar‘ın anlatıcısı, genç yazardan söz açıyor; onun gibi, Bodrum Kalesi’ndeki çanı çalıp Bodrum’daki yankısını dinlemek istiyordu…
O an ne hissettiğimi sözcüklere dökemem. Bir başkası sizi yazıyor ama, siz bir başkası gibi değil, kendinizin yazdığı biri gibi okuyorsunuz yine de. Peride Celal beni kıskıvrak yakalamıştı.
Oysa ne bu sahne için, ne yaradılışım için bir gün olsun konuşmamıştık. Konuştuklarımız hep, yıllar boyu, her zaman, kişiselliğe açılmaz, sanatın, edebiyatın sınırları içinde kalırdı.
İstediğiniz kadar kendinizi saklamaya çalışın, usta bir yazar sizi ergeç ‘yakalar’. Az sonra Kurtlar‘dan alıntılayacağım. Romanın anlatıcısı yaşlı kadın evde yalnızdır. 12 Eylül öncesinin kâbusu hüküm sürmektedir. Romanın kişilerinden bir eleştirmen telefon eder, anlatıcıyı meyhaneye çağırır, genç yazar da meyhanededir. Anlatıcı o ortamı düşünür, bıkkın, usançlıdır; gitmez. Sonra şu satırlar:
“Genç yazar, içki masasında mutsuzluğunu gizlemeye yarayan şakaları, gevezelikleriyle gözlerinin derinlerinde saklar acılarını.”
Böyleydi. Gençliğim orada, Kurtlar‘ın incelikle saptayan birkaç satırında.
Bu gelgeç dünyada sizi iyi ki tanıdım sevgili büyüğüm, ustam Peride Celal…