Mesud Ata yazdı: Kapitalizmin değil Buse’nin oyunu
okuma süresi 13 dakikaÜniversitemizin hızlı devrimci gençleri arasında dikkat çeken bir isimdim. Tüm eylemlerin, mitinglerin, basın açıklamalarının aranan yüzüydüm. “Kürke Hayır” yürüyüşünden 1 Mayıs’a her politik gövde gösterisinin en ön saflardaydım. Bazen “Korteji sıkı tutalım beyler” diyen bir parti önderi ciddiyetine bürünüyor, bazen de “İiiisyeaaaan!” diye bağırıp tüm kitleyi neşeyle coşturuyordum. Sadece 8 Mart gibi kadın yürüyüşlerinde, mitinglerinde zorunlu olarak tüm erkek arkadaşlar gibi geride duruyordum.
Geriden yürüdüğüm o yürüyüşlerden birinde ateşli bir devrimci kıza vuruldum. “Kadına Şiddete Karşı Dans Ediyoruz” eylemiydi; elindeki megafonla “Dünya yerinden oynar! Dünya yerinden oynar! Kadınlar birlik olsa!”, “Aşk – Devrim – Özgürlük!”, “Ekmek – Gül – Gadınlık!”, “Bitter – Nutella – Yeşil Çay!” gibi sloganlar atıyor bir yandan da dans ediyordu.
Yanımdaki anarşistlerden birine sordum adını; Mine imiş… Hımmm… Minemineminemine… Adını kendi kendime mırıldanırken etrafımdakileri de kıllandırmadan göz ucuyla onu izliyordum. Davul-zurna eşliğinde devrimci halaydan, Latin ezgileri eşliğinde salsa yapmaya her türlü coşkunun içine giriyor, deliler gibi çılgın atıyordu. Bitmeyen enerjisi, kıvrak vücudu ile ezilmiş halkların danslarını hemencecik kavraması ve harmanlaması aklımı başımdan almıştı. İşte, o eylemde kafaya koymuştum: O kızı alacağıdım.
Kız lokale geliyor, yaşasın Cumhuriyet!
Eylem boyunca onu izlemeye devam ettim. Danslar, halaylar bitince, yorgun argın geri dönüyorduk. Arkadaşlarım slogan atmaktan kısılmış sesleriyle “hadi artık gidiyoruz” diye beni çekiştirmeye başlamıştı. Eylem organizasyonunda olduğundan sona kalmıştı kadınlar, kadınlarımız…
Eylem sonraları her zaman gittiğimiz yere; çayı ucuz olduğu için tercih ettiğimiz CHP lokaline doğru ilerliyorduk. Şöyle bir dönüp baktım, evet kız da lokale geliyordu. İçimden büyük bir sevinçle haykırdım: “Kız lokale geliyor, yaşasın Cumhuriyet!”
CHP lokalinde değil, Alp Dağları’ndaydık sanki…
Lokale varmış, çaylarımızı söylemiştik. Masadaki arkadaşlarımdan biriyle tanıştıklarından bize doğru gelmişti. Kalkıp yer verdim.
-Merhaba Mine ben.
-Ramiz ben de…
-Hııı tanıyorum seni, sen anarşistlerdendin değil mi?
-Hıı, evet. Ben de seni görmüştüm sanki bir iki eylemde…
Kısa bir sessizlikten sonra. Masadaki diğer arkadaşlar kendi aralarında muhabbete dalınca birebir konuşmak için fırsat doğmuştu:
-Eee Mineciim, hangi bölümdesin?
-ÇEKO…
-Çevre miydi, neydi o?
-Çalışma Ekonomisi…
-Hııı. Karıştırıyorum hep… Ne güzel kulakların varmış. Elflerden misin, kimlerdensin?
-Teşekkürler. Valla ben de bilmiyorum tam olarak. Annem Bulgar göçmeni, Babam asimile olmuş Çerkes. Benim Kütük Sivas görünüyor. Ama ben Seferihisar’da doğmayı tercih etmişim ihihihi… Sen?
-Bana seçme şansı verilmedi, Çorum’un Topuzlu köyünde doğmayı seçmişim.
Minik bir kahkaha attı. Çorumluluğum ilk defa bir işe yaramıştı. Bu şakama pek neşelenmişti. Allahım! Ne acayipti; gülen ağzına gözleri de eşlik ediyordu. O esnada şehrin en kötü ve en ucuz çayını içen o değilmiş gibi dudaklarının arasından minik minik kelebekler çıkıyordu.
Bir dudaklarına, bir gözlerine takılıyordu gözlerim. Bu küçük neşesini göğsümde yumuşatmalı, adeta bir sambacı gibi, bir halay başı gibi güzel çalımlar atmalıydım… Neyse ki Seferihisar’ı görmüş, gezmiştim ve heybemde muhabbeti koyulaştıracak kadar malzeme vardı… Bizim anarşistler yan masada dünyayı kurtarırken biz gezegenler arası astral seyahatlerdeydik. Sohbetimiz koyulaşmıştı; bir ben anlatıyordum, bir o… CHP lokalinde değil de sanki Alp Dağları’ndaydık; o Heidi olmuştu, ben Peter…
Büyük ilgiyle dinliyorum anlattıklarını. Girdiği Sol gruplar arasında feminist duruşu nedeniyle sık sık erkek yoldaşlarıyla kavga etmiş, bakımlı ve güzel olması nedeniyle kadın yoldaşları da çekememiş onu. Bu yüzden çok fazla fraksiyon değiştirmiş. Güzelliği ve feministliği politik çizgisinin sürekli değişmesine neden olmuş. En son girdiği grupta ise kaşlarını alıp, balyaj yaptırdığı için özeleştiri vermek zorunda bırakılmış; esmer devrimci kızlarla da birkaç tartışma yaşayınca oradan da ayrılmış.
Anlattığı kadarıyla içine girip ayrılmadığı birkaç grup kalmıştı Mine’nin; onlardan biri de Anarşistlerdi… Anarşi ile olan imtihanı da CHP lokalinde tanışmamızla başlayacaktı böylece. Son bayrağı, Kara Sancak, yani ben olacağıdım.
Al al al alll!
Aradan birkaç hafta geçmişti. Ara ara buluşma bahaneleri yaratıp saatlerce konuşuyorduk. O sıralarda televizyonlar, gazeteler, dergiler, reklam panoları Sevgililer Günü ilanlarıyla dolmuştu. Her yer pembe pembe kalp kusuyordu. Siyasi Görüşü “Fifa 2003” olan ev arkadaşım;
-Oğlum 14 Şubat yaklaşıyor, bu seneyi de sap mı geçireceksin?
-Güzel bi kız var ama dur bakalım, olacak sanki bi şeyler…
-Fırsat bu fırsat oğlum. Ne yapacaksın, almayacak mısın bi hediye?
-Oğlum kız feminist, sevmiyor öyle şeyler…
-Bakma sen kızın söylediklerine filan. Öküzlük etme de güzel bir jest yap. Feminist meminist, gadın gadındır!
Kullandığı bu ataerkil üslup beni rahatsız etse de jest konusunda haklıydı. Bir yemeğe çıkarabilirdim mesela. Ama çok da göze batmamalıydı, evet. Onu öğle arası okul yemekhanesinde tabldotlu yemeğe çıkarabilirdim mesela. Yemekte de sulu yemeğe övgüler dizer; fast-food’u kötüler, oradan kapitalizme ve hayvan sömürüsüne veriştirir, bilgi ve birikimimle aklını alırdım bir kez daha… Hı hı, evet…
Ertesi gün, öğle arası buluştuk. Yemekhaneye doğru ilerlerken gördük ki Maocu gençlik, şehrin en ucuz yemek fiyatlarını protesto etmek için toplanmıştı. Biz tam kalabalığı yararak yemekhaneye girmeye çalışırken okul güvenliği ve sivil polisler basın açıklaması yapanlara saldırmaya başlamıştı. Mine’yle kalabalığın tam göbeğinde kalmıştık. Bir anda kendimizi “YÖK – Polis – MOBESE – Êdi Bese!” sloganlarıyla bir polis amirinin “Al! Al! Al! Alll!” bağırışları arasında araçlara doldurulurken bulduk.
Bırakın devrimi, gidin sevişin!
Yemekhaneden Terörle Mücadele Şubesi’ne getirilmiştik. Bir odada hep beraberdik ama tek tek sorgulanıyorduk. Mine, Maocu kızlarla birlikte odanın arka tarafındaydı. Sorulara cevap verme sırası bana gelmişti ama soruyu beklemeden konuşmaya başladım; “Amirim… Bu eylem Maocuların eylemi, biz oradan geçiyorduk sadece. Biz anarşistler yemekhane eylemlerine de karşı…” demeye kalmadan yanımdaki polisin telsizini kafaya yemiştim. Telsizin cızırtılarıyla, kafamdaki zınlamalar birbirine karışmıştı. Kafamı sallayıp kendime gelmeye çalışırken siması tanıdık bir sivil “Bu anarşistlerin lideri olan çocuk değil mi” diye sordu beni işaret ederek. Arkadaki sivillerden biri “Evet Mesud amirim bu o” diye yanıtladı. Az evvel tiz bir ses tonuyla ağzımdan çıkan “amirim” lafından sonra devrimci gençler arasında paramparça olan anarşik karizmamı toparlayabilmek için “Bak kardeş, Anarşizmde lider olmaz. Biz otoriteye ve hiyerarşiye karşıyız.” dedim. “Sıs lan daly..ak!” diyerek bu girişimimi beyhude çıkardı sivil bey. Sonra odadaki Maoculara dönüp sesini yumuşatarak “Bakın gençler, bugün 14 Şubat, bugün Sevgililer Günü… Siz de diğer gençler gibi gidip sevişsenize, manyak mısınız, ne yapacaksınız devrim mevrim… Gençsiniz yazık etmeyin bu günlerinize.”
Kirli sakallı çocuklardan biri kaşlarını çatarak atıldı: “Sevgililer Günü kapitalist sistemin en kutsal duygu olan aşkı metalaştır…” Cümleyi tamamlayacaktı ki polislerin dev bir kahkahası tüm binayı titretti: “Ahahahhaha! Sevgilileerr gününee dee karşılaaaarrrr! Ahahahhahaha!”
Naif bir şekilde de olsa kutlamaya niyetlendiğim hayatımın ilk 14 Şubat’ı polislerin şen kahkahaları arasında harab olmuştu. Polise “amirim…” diye hitap etmem, eylemci gençleri iki dakikada satmam, sevdiğim kızın karşısında polisten işittiğim sevgi sözcükleri ile yediğim telsiz darbesi, devrimci mücadeleye ve Sevgililer Günü’ne küsmeme, kendimden tiksinmeme neden olmuştu…
Babayın kemiğine Bernard Russell!
Aradan 10 yıl geçmişti… Mine ile olan ilişkimiz, serbest bırakılmamızın ardından başlamadan bitmişti. Ne o beni aramıştı, ne de benim onu görmeye yüzüm vardı. Ancak yıllarca aklımdan çıkmadı. Belki bir gün bir yerlerde buluşur, yeni bir başlangıç yapabilirdik, kim bilir. Aradan geçen on yıl içinde çok sayıda kısa süren ilişkilerim olmuştu; tüm tercihlerimi de ona benzeyen kızlardan yana yapmıştım. Kiminde Mine’nin saçları, kiminde boynu, kiminde gözleri, kiminde kokusu, kiminde ince bilekleri, kiminde kaşları vardı… Şimdi de gülüşü ve kulak memeleriyle Mine’yi anımsatan bir tikky ile, Buse ile çıkmaya başlamıştım…
Bir haftadır evden çıkmıyordum. Kiralar ve faturalar birikmiş, doğalgazımız borç yüzünden mühürlenmişti. Buse’nin eve her gelişinde kombiyi sonuna kadar açmam, dışarıdan yemek söylemem, işleri erkenden bitirmemem belimi bükmüştü tabii.
Dışarıda fazla masrafım, olmasın diye, maaş gününe kadar işleri evden yapmaya karar vermiştim. Ama bir yandan da “Tembellik Hakkı”, “Aylaklığa Övgü” diye kitaplar yazıp birkaç kuşağın aklına fitne sokan, tembelliğe, itliğe, serseriliğe teşvik eden; anarşist gençleri babalarının harçlığına muhtaç eden, kiraların birikmesine sebep olan Paul Lafargue ve Bertrand Russell’a sövüyor, küfür literatüre önemli katkılar sunuyordum… Neyse ki komşunun şifresiz internet bağlantısı ışıl ışıl yanıyordu. Battaniyemin altından asabiyetle komik videolar izliyordum. Telefonum çaldı, eski anarşistlerden Elfun arıyordu. Çık dışarı, buluşalım diyecekti yine pezemenk. Donuk bir sesle açtım telefonu;
-Hı? Ne var yine…
-Aloo neredesin be oğlum. Taksim’e geçiyoruz biz aşkımla. Buse’yi de al gel Taksim’e hadi.
-Gelemem oğlum çok işim var.
-Ne işi lan. Tüm gün sevişecek misiniz mehehe…
-Buse filan yok, tek başımayım. Bürodan çeviri yolladılar, onu yapıyorum.
-He amk he… Akşama sevişirsiniz. Şimdi çıkın gelin hadi, bekliyoruz Silva’yla.
-Öff… Canımdan can aldın yemin ediyorum. Tamam amk, geliyoruz bir saate.
Elfun’a söve söve sıcak battaniyemin altından çıktım. Yarın maaş günüydü, faturaları ödeyip açtırırdım doğalgazı. Bu geceyi sıcak bir yatakta geçirmek kafiydi. Buse’lerde kalırdım, evet… Titreye tireye telefona uzandım. Buse’yle konuşurken ağzımdan sıcak dumanlar çıkıyordu…
Giyindim, biriken çöpleri de alıp dışarı çıktım.
I Kalp You Justin Bieber
Buse de, Elfun’un Brezilyalı sevdiceği Silva da pek süslüydü bugün. Her ne hikmetse Elfun da pek şıktı; adeta bir kent erkeği, bir plaza oğlanı gibi pırıl pırıldı. Bense geçen hafta giydiğim pantolonumu ve kazağımı üzerime geçirmiş öyle gelmiştim. Henüz oturmuştuk ki Buse “ben bi lavaboya gideyim” deyip çantasını aldı. Kahveler gelmişti. Ben de limonlu ıhlamurumu önüme çekip, içmeye başladım. O sırada sordu Elfun;
-Sen ne aldın lan Buse’ye?
-Nasıl, ne aldın?
-Hediye olum hediye!
-Ne hediyesi? Hı?
Yüzüme şaşkınlık ve acı dolu bir ifadeyle bakıyorlardı. Allah allah… Neler dönüyordu?
-Oha! Doğum günü müydü?! Yok lan yok bugün değil ki; 10 Kasım doğumlu Buse. Tam bir Akrep gadınıdır benim gadınım hehehe…
Yüzlerindeki acıma duygusu dehşete dönüşmüştü.
-Ney lan! Söylesenize oğlum!
-Sevgililer Günü lan! 14 Şubat bugün!
Haast.rrr! Çayın son yudumunu ağız yoluyla dışarı püskürtmüş, içtiğim kısmı ise ani bir reaksiyonla tere dönüştürmüştüm; vücudumun her yerinden eşit oranlarda ıhlamur-limon aromalı ter boşalmıştı. Gece Buse’yle sevişebiliriz umuduyla yün içliğimi giymediğimden üşüyen bacaklarımın titremesi aniden kesilmişti.
Hopladım yerimden. Bir şey yapmam lazımdı! Aksi takdirde Buse çıldırır ve bu geceyi de buz gibi evde, sevişmeksizin geçirirdim.
Bir bahane bulup aceleyle bir hediye alıp gelse miydim? Peki, ne kadar param vardı? Hemen cebimi kontrol ettim: BİM’den aldığım aile boyu çilekli Eti Hoşbeş’in faturası, bir adet kırışık 10 liralık banknot, bir ambalaj lastiği, yetmiş beş kuruş ve küçük bir anahtar çıktı…
10 lirayla akbilimi doldurur ya da çayları öderdim ancak. Allah kahretsin! Maaşlar ayın 15’inde yatıyordu. Şu Sevgililer Günü’nü ayın 14’üne değil de 15’ine, maaş gününe alsaydın ne olurdu sanki kurban olduğum Aziz Valentine!
Elfun’a döndüm;
-Olum para ver çabuk! Para yok. Buse gelmeden…
Cüzdanından bir 100 liralık gıcır banknotu çıkarıp uzattı.
-Bozuk yok mu lan, çok bu…
-Yok amk. Şeftaliyi buldun, organiğini istiyorsun…
Neyse kaptım parayı. Kan ter içinde ayaktaydım. Buse masaya doğru geliyordu.
-Hayırdır aşkım, ne oldu?
-Anahtarımı kaybettim ya ona bakıyordum.
-Ne anahtarı? Şurada, masada küçük bi anahtar var?
-Ha yok o değil…
-O ne anahtarı peki?
-Bilmiyorum, cebimden çıktı…
Sahi ne anahtarıydı bu? Bir süre düşündükten sonra hatırladım; yeğenimin, üzerinde “I Kalp You Justin Bieber” kapaklı günlüğünün küçük kilidiydi bu. Geçen gece günlüğünü gizlice karıştırdıktan sonra cebimde unutmuşum demek ki. Kafamı meşgul eden bu saçma detayı çözdükten sonra yerime oturdum.
Kadınları anlamıyorum!
“Aşkım sana güzel bir sürprizim var” dedi Buse sırıtarak. Masanın yanına bıraktığı çantayı kaldırıp masaya, önüme koydu. “Sevgililer Günümüz kutlu olsun. Bu senin…”
Hah, dedim, tarağı yedik. İnşallah pahalı bir şey almamıştır da altında çok ezilmem, diye dua ediyordum. “Hayatım sonra açsam?” deyince Elfun ibişi “aç oğlum aç” diye ısrar ediyordu… Paketi açtım. Şahane bir fincan takımı almıştı; Kapalı Çarşı’da görüp beğendiğim 250 liralık kahve fincanları…
-Artık sana geldiğimizde bunlarda yaparsın o güzel kahveni.
Yutkundum.
-Bebeyim gerçekten hiç gerek yoktu…
Hediye verme sırası bendeydi. Cebimde toplam 110 lira 75 kuruş vardı. Küçük de olsa bir hediye alsaydım, fiyatını, değerini gizleyebilme şansım olurdu ama şu saatten sonra bu mümkün değildi, hamlemi bir an önce yapmak durumundaydım…
İçinde bulunduğum fena durumu, kendi lehime çıkarmanın yollarını düşünüyordum. Ne yapsaydım? Realist, geleceğe yatırım yapmasını bilen, müsrif olmayan, kendine güvenen ve karşı tarafa güven veren erkek portresi çizebilirdim pekala.
Elimi cebime sokup Elfun’dan aldığım 100 liralık banknotu çıkardım. Kendimden emin bir şekilde “Ben de hediye almak yerine realist olayım istedim hayatım. Çok da masraf etmişsin, açığını kapamaz ama al şunu.” diyerek parayı cebine sıkıştırdım. Gözlerinin içi parladı. Belli ki onu orijinalliğimle şaşırtmıştım her zamanki gibi. “Erkeğim her zamanki gibi diğer erkeklerden farklı bir atraksiyon yaşatıyor bana” diye düşünüyor ve bana bir kez daha aşık oluyordu galiba. Kendime olan güvenim ve üzerinde bıraktığım etkinin şımarıklığıyla tebessüm edip “Al al… Genç kızsın, ihtiyacın olur…” diyerek paranın dışarıda kalan kısmını da iyice sıkıştırdım cebine.
Ayağa fırlayıp “Tam bir öküzsün” diye bağırdı. Çantasını kapıp kafama geçirdi. Çantasındaki Chanel parfümün sivri ucu kafama denk gelmiş, acıdan gözlerim kararmıştı. Etrafı görmeye başladığımda kafedeki herkesin bana baktığını fark ettim. Elfun ve Silvia da az evvelki acıma ifadesini takınmışlardı yeniden… Buse parayı bırakmadan çekip gitmişti. Şaşırmıştım: Ne oldu abi şimdi? Az mı buldu parayı? Gerçekten anlamıyorum bu kadınları ya!
Müzakere ve Barış Süreci
Elfun’un iknalarıyla peşinden koşmuş ancak yakalayamamıştım. Bu geceyi o buz gibi evde geçiremezdim. Kapısına dayanarak türlü şirinliklerle zor bela gönlünü almıştım. Ama bir şartı vardı:
-Haftaya Merve’nin düğünü var bana kırmızı stiletto alacaksın.
-Stiletto ne lan?
-Geçen gün gösterdiğim vardı ya, şu ipince topukları olan…
-Haa bildim bildim, fetiş ayakkabısı. Halay çekerken giyilir mi o allaaaşkına, düşer bir yerini kırarsın kızım! Hem biraz tuzlu onlar… Efendi gibi, insan gibi bi abiye alalım sana. Bi dakka, sahi ne yaptın o dünkü parayı? 50 lirasını geri alsam ayıp olur mu?
-Ohhh! Hepsini harcadım!
-Nasıl ya?! Hangi arada?
Bana olan kızgınlığıyla, ayrılır ayrılmaz İstinye Park’a gidip alışveriş yapmış meğer. 100 kağıttan geriye 7 lira 60 kuruş kalmış. O kadarını kurtarabildim. Yapacak bir şey yoktu, elde sıkılmış portakalın posası vardı; öpülmüş yanağın davası olmazdı…
Biraz öpüşüp koklaştıktan sonra Buse’nin dünden kalan o berbat patates yemeğini yememek için bir bahane uydurup erkenden çıktım. Eve doğru giderken bankaya uğrayacak, maaşı çekip güzel bir yemek yiyecektim. Ama para yatmamıştı. Peki şimdi ne halt yiyecektim… Ah Buse! Dur diyeydin, gitme diyeydin, o patatesi ye diyeydin, sana kaşarlı tost yapayım diyeydin… Çaresiz, yürümeye devam ettim. Bereket Döner’in camındaki ilan yüzümü biraz olsun güldürmüştü:
“PATRON ÇILDIRDI – ŞOK İNDİRİM: Tavuk Dürüm + Ayran 3,5 lira”
-FİN-