Anlatacak bir hikâyeniz olur, fena mı?
okuma süresi 5 dakikaDemirden avm’lerle örülmüş memleket sathında, sinemadan çıkmış insanın her şeyi daha berrak ve dahası mümkün gördüğü kelebek ömrüne spot ışıklarıyla mutlak ve ani bir körlük armağan edip onu hızla gerçek bir tüketim ilişkileri dünyasının tam göbeğine çeken afili salonların açıldığı o sentetik atmosferin içinde kısacık da olsa birkaç derin nefes almamıza yardımcı olan İstanbul Film Festivali başlıyor, demek isterdim ama giden Emek yerine gelen Citylife olunca bu hayalimiz bir ucundan sekteye uğramış oluyor. Sinemadan çıkmış insanın boynu biraz bükük bu defa ama ne yapalım. Festival yine oldukça zengin programı, namı kendisinden önce gelen filmleri, Gavras, Ozon, Weir gibi çok büyük isimleriyle ile karşımızda. Hem eğer bir şeyler değişecek ya da kazanılacaksa bunda sinemanın o eşsiz büyüsüyle insanı sarsma ve bu yolla ayağa kaldırma gücü ile zerkettiği umutların verdiği kuvvet de bize zaman zaman rehberlik edecektir kuşkusuz.
İstanbul Film Festivali en çok neyiyle meşhurdur diye sorsalar bilmeyenler ya da uzaktan takip edenler için cevap en beklenmeyen yerden gelir herhalde: Eşi benzeri görülmeyen kuyrukları! Senenin bir günü festivalin bilet kuyuruğunda saatlerini tüketmemiş, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o upuzun sırada etraftakilerle sinema sohbetleri etmemiş, en Nihayetinde artık dermansız kalmış ayakları ama elinde bir dolu biletle mutlu mesut oradan ayrılmamışlar için festival sadece bir film seyretme etkinliğinden fazlasını ifade etmiyor olabilir. Her sene festival başlamadan birkaç hafta önce çıkan kitapçıktan filmlere bakılır, günler, saatler olası programlara uydurulur, birinden çıkıp diğerine yetişilir mi hesapları yapılır, elde upuzun bir liste olabilecek en erken saatte sıradan bir yer kapılır ve illa ki yer kalmamış filmlerin üzüntüsü de tadılarak o kutlu güne doğru geri sayılır. İstanbul Film Festivali’nin sevenleri için anlamı aslında sinemadan da fazlasıdır, ki bu sebeple genelde seyredilen filmlerin iyi-kötü diye çetelesinin tutulduğu da pek görülmez. Kimsenin şüphesi yoktur, bakiye daima artıdadır.
Bu sene 32.si düzenlenen festivalin afişini Nuri Bilge Ceylan’ın çektiği bir fotoğraf süslüyor ve “anlatacak bir hikâyen olur fena mı?” diyor arkadaki ses. Anlatacak hikâyeleri olan, bu hikâyeleri hakkını vererek anlattıklarına inanılan isimlerle yine oldukça fazla şey vaadediyor festival. 103 yaşında hâlâ film çekmeye devam eden Manoel De Oliveira, ülkesindeki tüm yasaklara rağmen tüm inadıyla üretmeye devam eden Cafer Panahi, yıllarca sansürle, tehditlerle boğuşan ama vazgeçmeyen politik sinemanın üstadı Costa Gavras ve daha bir sürü isim tekmili birden bizimle olacak.
Uluslararası yarışma bölümünde İrlandali yönetmen Lenny Abrahamson’un bir yaz gecesi hayatını mahveden bir gencin hikayesini anlattığı What Richard Did, Ziad Doueiri’nin çok satmış L’attentat isimli romandan uyarladığı The Attack, Kenya’nın tarihindeki ik oscar adayı olan, hayalleri peşinde koşarken kendini bir suç batağının içinde bulmuş bir gencin hikâyesini anlatan Nairobi Half Life, namını çok duyduğumuz, pek çok ödül toplamış Rus filmi House With a Turret ve Panahi’nin Berlin’de en iyi senaryo ödülü alan filmi Closed Curtain öne çıkıyor.
Sinemada insan hakları bölümü de oldukça ilgi çekici. Neredeyse tamamı Avrupa’nın çeşitli festivallerinden ödüller dönmüş ve tamamı oldukça ümit verici görünen filmler arasında Ali Aydın’ın Küf, Srdan Golubovic’in Circles, Berlin’de en iyi ilk film ödülü almış Rocket, yine sayamayacağım kadar çok ödülle çeşitli festivaleri dolaşmış Küba-Abd-İngiltere ortak yapımı One Night, Sundance’den Jüri Büyük Ödülü’yle dönmüş Jiseul iddialı yapımlar olarak göze çarpıyor.
Galası festivalde yapılacak Onur Ünlü’nün filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi, Uğur Yücel’in son filmi Soğuk, Derviş Zaim’in Devir’i, Selim Evci’nin Rüzgarlar’ı, Piran Baydemir’in 1938 Dersim katliamını anlatan Fecira isimli belgeseli de Türkiye sineması başlığı altında merak uyandıranlardan.
Ayrıca Berlin’de Altın Ayı almış Child’s Pose, bir yol hikâyesi The Dead Man and Being Happy, oldukça ilginç bir hikâyesi olan belki de izlediğim ilk Paraguay filmi 7 cajas, çok eğlenceli Sightseers, Michael Shannon’ın döktürdüğü seri katil hikâyesi The Iceman, Norveç’in Oscar adayı olmuş, gerçek bir hikâyeyi anlatan filmi Kon-Tiki, İkinci Dünya Savaşı fonunda bir ihanet hikayesi In The Fog, meşhur serinin son filmi Before Midnight, Beethoven’ın bir eserinden esinlenip onun etrafında örülmüş A Late Quartet, ülkesinden oldukça beğeni toplayan İsveç filmi Eat Sleep Die, François Ozon’un son filmi In The House, amatör oyuncularla çekilmiş, Berlin’de en iyi görüntü ödülünü sonuna kadar hak ederek kapmış Harmony Lessons bir kısmı izleyip çok beğendiğim diğer kısmı oldukça ümitli olup izleyeceklerim listesinde duran filmler.
15 günlük büyük bir heyecan festival, bir salonda diğerine koşturmayla, art arda izlenen filmlerin sersemletici etkisiyle, ağzına kadar dolu salonları, çok beğenildiğinde binlerce kilometre ötedeki yönetmeni, oyuncuları alkışlanan filmleriyle, masalların, hayallerin, umutların içinde geçen ve sinemanın o harikulade düş dünyasına dalıp da çıkmak istemediğimiz ve hiç bitmesin istenilen anları ve günleriyle sinemaseverler için baharın müjdecisi olarak bizleri yeniden selamlıyor. Uğramadan, bu selama ve davete icabet etmeden geçmeyiniz.