Bahtımın yıldızı sanmıştım seni…
Galata Köprüsü’nün altında oturmuş rakı içiyordu. Yaklaşık iki saattir buradaydı ve neredeyse bir büyüğü devirmişti. Cep telefonundan Leyla’nın fotoğrafına bakıyordu. Az önce üstüne su dökülüp sırılsıklam olan gömleğine hiç aldırış etmiyordu. Garsona seslendi. Garson yanına gelince “Deminki şarkıyı…” dedi, “Bir daha çalsana…”. “Olur ağbi” deyip içeri gitti garson. Metin, fotoğrafa baktı tekrar uzun uzun. Sonra kalkıp yürümeye başladı. Köprünün üstünde balıkçılar vardı her zamanki gibi. Ve yüzlerce olta. Nereye gideceğini bilmiyordu. Nereye gitse kederini biraz olsun unutabilirdi? Bunu düşünüyordu. Ama öyle bir yer gelmiyordu aklına. Simitçiler, çaycılar, midyeciler, turistler, köprünün üstü bir hayli kalabalıktı. Kalabalığın meraklı bakışları arasında kucağındaki kocaman oyuncak ayıyı köprüden denize attı. O an herkes hayret ve şaşkınlıkla ona bakıyordu…
Mahalleye taşınalı bir yıl olmuştu. Konu komşuluğun hala sürdüğü nadir yerlerden biriydi mahallemiz. Fakir semtlerdeki dayanışmanın bir örneği gibiydik. Ben babamın yanında çalışıyordum o sıra. Sabahları poğaça satıyorduk işe gidenlere. Öğleden sonra da köfte ekmek satıyorduk gece yarısına kadar. Bir seyyar tezgahımız bir de küçük radyomuz vardı. Alaturka şarkılar dinliyorduk, hafta sonları da Beşiktaş’ın maçlarını. İşler fena değildi, kendi yağımızda kavruluyorduk bir nevi. Sağlam arkadaşlarım vardı mahallede. Nevzat, Adem, Metin… Nevzat oto boyacı, Adem berber, Metin ise terzi. İçimizde durumu en iyi olan Ademdi. Çünkü berber dükkanı kendilerinin idi.
Metin’le ben Beşiktaşlıyız, Adem Galatasaraylı, Nevzat Fenerli. Maç günleri kızdırıyoruz birbirimizi. Adem’in babasının arabası var. Bir de kombine kartı çıkartmış kendine, içerideki maçlara gidiyor genellikle. Diğer üçümüz nadiren gidebiliyoruz maçlara. İş güçten fırsat olmuyor zaten. Meyhane kültürüne yeni yeni aşina oluyoruz o sıralar. Nişanca’lıyız ne de olsa. Kumkapı’da Artin’in meyhanesine takılıyoruz bazı. Nevzat meyhanede şarkı okuyan Süheyla’ya yanık. Onun için gidiyoruz bilhassa. Henüz Süheyla ile konuşmaya bile muvaffak olamadıysa da her seferinde Artin’in meyhanesinde buluyoruz kendimizi.
Gezmeye gidiyoruz bazı hafta sonları Adem’in babasının arabasıyla. Bir yaz günü öğle vakti denize gitmeye karar veriliyor. Ben babamla tezgaha bakmam gerektiğinden gidemiyorum. Silivriydi Kilyostu derken Kilyos’ta karar kılınıyor. Üçü gidiyorlar birlikte. Sahilde bir kızla tanışıyorlar o gün. Hem Adem hem Metin kapılıyorlar kıza. Nevzat’ın gözü Süheyla’dan başkasını görmediğinden oralı olmuyor. Kızın adı Leyla imiş. Sarıyer’de oturuyorlarmış. Adem’e göre saçları altın sarısı, Metin’e göre gözleri ateş mavisi bir kız. “Oğlum ateş mavisi olur mu hiç lan? Kırmızı değil miydi o?” diye gülüyoruz Metin’e. “İçin yanmaya görsün, mavi de olur yeşil de!” diyor Metin. Delikanlı raconunda arkadaşın baktığı kıza asla bakılmaz. Ama bu sefer durum farklı, Adem de Metin de geri adım atmıyor.
Hasılı kelam, kız Metin’i beğenmiş meğer. Sonradan öğreniyoruz. Bu olay yüzünden Ademle Metin’in arası limoni. Adem gurur yapıyor besbelli. Metin’i ise hiç görmüyoruz neredeyse. İşten çıkar çıkmaz Sarıyer’de alıyor soluğu. Sahilde bir kafe varmış orada oturuyorlarmış. Üç cümlesinden biri mutlaka Leyla ile ilgili. İyiden iyiye kaptırmış kendini. Kız da çok aşıkmış buna, büyük aşk yaşıyorlarmış öyle diyor Metin. Daha şimdiden evlilik hayalleri kuruyorlarmış. Nevzatla ikimiz; “Oğlum ne bu acelen? Hem daha askerliğin var. Biraz tanı bakalım önce” diye dizginlemeye çalışıyoruz Metin’i. Ama ne mümkün? “Askerden önce nişan takarız, gelir gelmez de evleniriz” diyor.
Bir gün mahalleye getiriyor Leyla’yı. Tesadüf bu ya, yolda patronuyla karşılaşıyor. “Gez bakalım Metin efendi! Sonra gelip haftalığa zam istersin!” diye aklınca takılıyor patron biraz patavatsızlık ederek. Metin kızıyor, utanıyor ama bir şey de diyemiyor. İşin kötüsü, dükkanın kendisinin olduğunu söylemiş kıza. Kız durumu öğrenince çok bozuluyor, kavga ediyorlar. “Bana daha şimdiden yalan söyleyen biriyle yapamam ben, güvenemem” diyor kız. Metin ne kadar masum bir yalan olduğunu söylemeye çalışsa da pişmanlığını dile getirse de Leyla dinlemiyor. Telefonlarını açmıyor Metin’in. Mesajlarına cevap vermiyor. “Ah be oğlum, böyle mazeret olur mu? Demek senin sandığın gibi bir aşk değilmiş bu” diyoruz Metin’e. Kabul etmiyor. Bunun bir bahane olduğunu kabullenemiyor.
İki ay sonra askere gidiyor Metin. Gitsin de biraz uzaklaşıp kafasını toplasın istiyoruz. Meslek erbabı olduğundan 30 gün acemilik yapıyor. Dağıtım iznine geldiğinde otogar’dan karşılıyoruz Nevzatla. Ayağının tozuyla ilk durağımız Artin’in meyhanesi. “Ee kardeşim yengeyle aran nasıl?” diyor Metin Nevzat’a. “Çiçek yolluyorum on beşte bir” diyor Nevzat. “Niye on beşte bir?” diye soruyoruz. “Her gün mü yollayalım, ona para mı yetişir oğlum?” diyor. Gülüyoruz hep birlikte. Adem’i soruyor Metin. “Valla biz de görmüyoruz ki dükkana da uğramaz oldu” diyor Nevzat. Derken Süheyla çıkıyor sahneye. Bizimki mest oluyor gene. Metinle kaş göz yapıyoruz birbirimize. Fark edince bozuluyor Nevzat “Ne gülüyorsunuz lan?” diye. Metin ise hala Leyla diyor. İki gün sonra doğum günüymüş Leyla’nın. Yarın gidip hediye alacakmış ona. “Üstünden aylar geçmiş be Metin, hala mı? O kızdan sana hayır gelmez, unut gitsin” diyoruz. “Kızgınlığı geçmiştir, alırım ben onun gönlünü” diyor. Nevzatla ben gerçeği biliyoruz ama söyleyemiyoruz…
Ertesi gün Tahtakale’ye gidiyor Metin. Dev gibi bir oyuncak ayı alıyor Leyla’ya, doğum günü hediyesi. Ayı öyle büyük ki, ona göre poşet bulunmuyor. Çare bulamayınca kucaklayıp götürüyor ayıyı. Galata Köprüsüne geldiğinde bizim mahalleden İsmail ağbiyle karşılaşıyorlar. “Oğlum bu ne, bunun daha küçüğü yok muydu?” diye gülüyor İsmail ağbi oyuncak ayıyı göstererek. “Bir arkadaşa aldım ağbi” diyor Metin. “Hayırdır ağbi, sen nereye böyle?” diye soruyor. “Çocuklara kıyafet almaya gidiyorum, kendime de bir gömlek bakayım, yarın nişan var ya ayıp olmasın şimdi böyle eskilerle” diyor İsmail ağbi. “Kim nişanlanıyor ağbi, tanıdık mı?” diye soruyor Metin. İsmail ağbi; “Senin haberin yok mu? Adem nişanlanıyor Yahya’nın oğlu. Mahalleden servis kalkıyor, Sarıyer’de kız evinde nişan.”. İçi ürperiyor Metin’in. Nefesi kesildi kesilecek. Alacağı cevaptan deli gibi korktuğu halde o soruyu sormaktan alıkoyamıyor kendini. Bir gayret yutkunarak soruyor; “Kimmiş ağbi kız, adı neymiş?”. “Valla Leyla mı Sema mı öyle bir şey. Geçen gün getirdi mahalleye Adem. Güzel de kız maşallah…”
Eli ayağı kesiliyor Metin’in. Sanki kilometrelerce koşmuş gibi takatsiz kalıyor bir anda. Kulakları uğulduyor. Kalbi birkaç kez göğsünden fırlayacakmış gibi atıyor. Yeni Cami’nin bütün kuşları beyninin içinde kanat çırpıyor sanki. Köprünün merdivenlerinden aşağı inip oturuyor ilk gördüğü masaya. Bir büyük rakı söylüyor. Sigara üstüne sigara yakıyor. Birden o şarkı çalmaya başlıyor; “Dertliyim, ruhuma hicrânımı sardım da yine”… Oyuncak ayı ile karşılıklı sandalyelerde oturuyorlar. Telefonuna uzanıyor Metin. Alırken sürahiye çarpıp deviriyor. Bir sürahi su üstüne dökülüyor. Başka zaman olsa sayıp söverdi. Hiç aldırış etmiyor. Denizden yeni çıkmış balıklar gibi titriyor elleri. Telefonundan Leyla’nın fotoğrafına bakıyor. Gülümsüyor Leyla… Şarkı halinden anlıyor Metin’in. Öyle ya; Şarkılar anlar insanın halinden…
Gülüm, yaprağım soldu
Gönlüme hazân doldu
Bir ömür harâb oldu
Onu bilmiyor Leyla…