Bu bardak
okuma süresi 4 dakikaBunu bir diğerinden ayıran neyse, birini diğerinden ayıran da oydu muhtemelen.
Karşısında oturan adama baktı. Aslında tam da karşısında sayılmazdı. Karşısında Metin oturuyordu. Mümtaz biraz daha sağına doğruydu Metin’in. Aylardır Metin’i görmüyordu, hoş gelip beş gitme seansı sona erdiğinde gözü Mümtaz’a takılmıştı.
Az konuşuyordu. Güzel dese güzel değil, çirkin dese hiç değil elleri vardı. Bahçeli bir yerde oturmalarından istifade birbiri ardına sigara yakıyordu. Her sigara içen gibi sigarasını yakıp çakmağı sigara paketinin üzerine koyuyor ve her seferinde sigara paketi ile yekpare olan bu yığının yerini değiştiriyordu.
Metin ne zaman ağzını açsa gülüyorlardı ama Mümtaz konuşunca o gülüyordu. Flört etmiyorlardı, gerçekten gülüyordu. O kadar. Sonra kalktı, “Hadi görüşürüz” dedi. Görüşmeyeceklerini biliyordu ama şu sıcak havada bileklerinin içini buzla ovan bir dilek gibisi yoktu.
Aradan biraz zaman geçince bir gün Metin’in evinde toplandılar. Hayatı, bir durum hikayesinden ibaretken şimdi sırma saçlı kızların örgüsünü imrendirecek bir olay hikayesine dönüşüyordu. Kapı çalıp Mümtaz’ı karşısında görünce içindeki sırma saçlar bir tur daha dolandı.
Mümtaz salona girdi, Mümtaz’ın elleri de salona girdi. Ayası geniş, parmakları kısa, bir ele iliştirilmesi zor bir sıfatla “şefkatli”. Mümtaz’la göz göze geldiklerinde, gözlerini ellerinden alalı birkaç dakika olmuştu. Bir insanın uzvunu bir insandan bağımsız sevip sevemeyeceğini düşünüyordu. Daha öncesinde sevdiği gözleri, dudakları geçirdi aklından.
Boş boş camdan baktığını sandığı sırada Mümtaz’a baktığını fark etti. Gülümsediler ve ardından teklifsiz bir şekilde güldüler. Yine de bu, işaret dilinden kitap kulübü sohbetine geçmek için yeterli değildi. Olsundu, Mümtaz’ın ellerinin yanına bir de gülümsemesi hatta gülüşü eklenmişti.
Bir “ara” olduğu kesindi ve o aradan zamanın geçtiği aşikardı. Ne Metin’i görüyordu ne de Mümtaz’ı. Ya bildiği bütün denklemler yazım yanlışına kurban gitmişti (çünkü şu hayatta hiç yoktan gidiş yolundan puan almasıyla nam salmıştı) ya da bu, denklem denen şeyin 30’unda emeklilik maaşını garantiye alanlara özgü olduğu anlamına geliyordu.
Evden çıktığında çaydanlığın altını açık bıraktığını düşünmek gibi değil de sanki bir akşam Büyükada’da sahilde bir meyhanede yemeğin üstüne irmik helvası yemeyi unutmak gibiydi. Her zaman gerçekleşme ihtimali vardı, her an olabilirdi ama olmuyordu.
Çalışkan öğrenciler misali bir diğeri ile arasında kol boyu mesafe bırakarak mevsimler resmi geçitlerini tamamlamıştı. Havalar bozduğu için Büyükada’daki meyhane aklından tamamen çıkmıştı. Metin’i görmüştü bir iki kez, Mümtaz’ın da adı geçmişti hatta.
İçindeki hissiyat ise Büyükada’daki meyhanenin yıkıldığı yönündeydi. Ne de olsa hep’i beyaza, hiç’i siyaha boyayıp savaşa giden Amazonlar’dan farkı yoktu.
Sonradan ara kapandı, zaman geçmekten vazgeçti. Geldi önünde durdu. Mümtaz nasıl olduğunu sordu ona. Ortak bir yazışmanın tortusuna minnettar oldu. Sahi nasıldı? Kesinlikle şaşkındı. Sırma saçlar nazlanarak bir tur daha döndü içinde.
İkindiydi. Güneşle deniz arasında bir mızrak boyu mesafe kalmıştı. Büyükada’da bir meyhaneye götürmüştü onu. Vapurda günün yorgunluğunu bahane ederek başını omzuna yaslamaya kalktığında bir kez daha Mümtaz’ın sessizliği karşısında çırpındığını hissetti. Her şey ne kadar hissiyattan ibaretti.
Karşı karşıya oturuyorlardı. Mümtaz rakısını sek içiyordu, genellemeye teşne olmasından mütevellit “Kahveyi de sade içiyordur” diye geçirdi içinden. Dünyayı güzelleştiren detaylardı ama kör kuyularda merdivensiz bırakan da yine o detaylardı.
Ellerine baktı, rakısına baktı, konuşurken Mümtaz’ı izledi. Kendi rakısına baktı, bir duble, şifa niyetine buzsuz. İlk birkaç yudumdan sonra günün de ağırlığıyla başını sağ eline dayayıp gözlerini kocaman açtı. Mümtaz’a odaklandı. Anlattıkça anlatıyordu Mümtaz. Orta Anadolu’nun orta yerinde doğmasından başlayıp Büyükada’da bir meyhaneye kadar süren uzun bir cümle.
Mümtaz’ın cümlesi bittiğinde sağ eli uyuşmuştu ve masada hafiften kaykılmıştı. Mümtaz’a baktı, rakı bardağına baktı, bir daha Mümtaz’a baktı. Kesinlikle anlamlandıramıyordu ama içinden nasıl çıkacağını, içinden nasıl çıkaracağını da kestiremiyordu.
Tam ağzını açtı, Mümtaz yine lafa girdi. Şehircilik ve deniz temizliği ile ilgili bir şey anlatıyordu. O ise kesinlikle dinlemiyordu. Tonlamasından lafın nerede biteceğini kestirmeye çalışıyordu. O sırada, dalgınlıkla, kendini baltalayacak büyük bir yudum aldı rakısından.
Mümtaz susmuştu, o da susmuştu. Mümtaz karşısında gülümseyen bu kadına baktı, “Ne oldu” diye sordu. Gülümsemesini toparlayamadan “Bu kadeh ne kadar boşsa, benim gönlüm de sana karşı o kadar boş” dedi. Mümtaz rakı kadehine baktı, ona baktı, “Ama bu kadeh çok boş” dedi, gülüştüler.