İkinci mektup – M.’den M.’ye
okuma süresi 3 dakikaMektup II.
Gündökümü, 15 Mart 1975 tarihi ile başlar. Ben de Gündökümü‘nün ilk sayfasına bir not düşmüşüm: 12 Mart 2012 Moda. O gün seninle Moda’daydık. Kitabı da birlikte almıştık zaten. Gülümseyerek, buruk bir tatla hatırlıyorum şimdi o günü. Aslında o güne kadar bekleyecektim sana cevap yazmak için. Bir dürtüyle irkildim sabah. Bekleyemedim. Sana borçlu olduğum özrün kıyıları giderek daha da keskinleşip sağlam kalan yerlerime -kaldıysa şayet- daha da çok batıyor artık.
Sen de yaz bana.
Marguerite
Mektup III.
I.
Berbat ifadelerimi kim ne etsin, senin yazdıklarını okumak çok hoşuma gidiyor. Aylardır yazmadım, umrumda olmadı. Kafamda bir ideal var, sanki bi an çıkacak gibi, biliyorum ki çıkmayacak. Ama en önemlisi okumak Marguerite, okuyup dolmak, sakinleşmek. Ben’ini dışavurma, ispatlama iddiasından uzak durmak. Var’ım ve sadece okuyorum diyebilmek.
Belki bir süreçteyimdir, bilmem ki. Okumak can veriyor. Cioran okudum bol bol, kibirle doldum
taştım, sıkışarak yaşamayı öğütledim kendime.
Lale’nin Anne’ye Ayetler‘i şahane. O kadar ki dayanamadım okumaya.
… mi bulursun ama Cahit Zarifoğlu’nun günlüğünden aldığım tadı sana anlatamam. Çok zarif, yalnız. Kasım’da okumuştum, ben de öyleydim o vakit.
Tanrısı olan insanları seviyorum, şefkatlerine yaklaşmak istiyorum. Bu isteğim gerçekleşmediği oranda mutluyum, çünkü öğrendim ki, şefkat dikenli bir şey, en basit teşbihle çok kanatıyor.
II.
Ben de Kasım’da okudum Zarifoğlu’nu. Çokça baktım resimlerine bir de. Sigara tutan eline.
Biriktiriyoruz Marguerite. Ne zaman yazı olarak dökülecek bunlar hiç bilmiyorum. Kendi adıma, kafamın içinde sürekli yazıyorum ben. Her şeyi, tüm gördüklerimi, kırdıklarımı, kırıldıklarımı her şey. Ve o yazma dürtüsü bir yakarışla içimden yükseliyor çoğu zaman. Ama yazmıyorum. Okumaksa o yakarışın susturucusu, belki de avutucusu. Kendi yazamadıklarımı birilerinin yazdıklarında arıyorum. Bu yüzden çize çize okuyorum kitapları. Bu yüzden bitirdiğim tarihleri not düşüyorum kitapların son sayfasına. An, bellekte yitmeden önce orada yer etmeli kendine. Orada yer etsin diye önce, o anları tarih tezahürüyle kaydetmeye çalışıyorum. Belki de biraz daha basitleştirmek için. Bir anın doluluğunu basit birkaç rakamla geçiştirmek.
Şefkatse, en çok onu gösterini kanatıyor. Hem şefkat gösterdiğinden ona dönenler ile, hem de şefkat göstermenin ağır yükü ile.
Ben de, küçük notlar yazıyorum sayfa kenarlarına. En çok yazdıklarım sanırım “korkuyorum”, “bekliyorum”, “bitecek mi” oldu, bazen isimler yazıyorum ya da göz renkleri. Ben, ne çok ben yazıyorum, yok olacağımı kabullendim, ama belki diyorum, belki biri okur bu kitapları, biri soruşturur, özler beni ve bakar. O ümit mutlu ediyor işte.
Yaşadığım şeylerin hiçbirinden bir şeyler kalmadı, kalsın istiyorum. Anılarla kök salan, eşyalara bağlanan biriyim, sonuna kadar eşyaları göz önümde tutmak, sarılma gibi şeyler istiyorum.
Ama ne yazık ki yok, babamın rakı bardakları, gömlekleri, kravatları yok. M. yok. Başkaları da.
Belleğim evet unutuyor ama saklamak için de sarılıyorum ona, çok canlı tuttuğum anılar var, ruh halleri… Kafam karışık, dilim de karışık. Böyle sana geldiği gibi yazıyorum, iç döküyorum.
O yüzden…
Senle güzel anılarım olsun istiyorum, bir motor gezisi, piknik, rakı sofrası ve siyah beyaz bir foto.