Mehmet Demir: “Kaç rakımızı Neşet Ertaş’sız içtik ki biz?”
okuma süresi 3 dakikaGeçen sene bugün yoldaydınız? Bir minibüsle gittiğinizi, yolun olduğundan daha uzun sürdüğünü biliyorum. Neleri bilmiyorum?
Biz önce kendi arkadaşlarımızla, kendi arabamızla gidecektik. Ama Feryal (Öney) bize “Şişli Belediyesi MESAM’ın girişimiyle otobüs kaldıracakmış” deyince, kalabalık gidelim istedik ve planı değiştirdik. (Bir daha o plan asla değişmeyecek.)
Sabah Çağlayan’a geldiğimizde gördük ki, sadece beş kişiyiz. Kardeş Türküler’den Feryal ve Ayhan (Akkaya), Filor Uluk, Yasemin ve ben. Sonra Erdal Erzincan, Naci Bayşu, Tolga Sağ, Ali Ekber Eren de katıldılar. Ayrıntılarıyla canımızı sıkmaya değmeyecek birtakım lüzumsuzluktan sonra, üzerinde, yanlış hatırlamıyorsam “Birlikte, sevgiyle” yazan Şişli Belediyesi midibüsüyle yola çıktık.
Kırşehir’i daha önce görmüş müydünüz? Taziye vesilesiyle mi gittiniz ilk defa?
Kırşehir’i, kıymetini bilemeyecek kadar küçük yaşlarda, ‘görmüştüm’. Aslında, 13 yaşımı, Kırşehir’in 50 km ötesinde, Ortaköy’de yaşadım. Ne kadar münbit topraklarda, nasıl bir kültürün ortasında olduğumun zerre kadar farkında olmadan geçirdiğim nafile bir yıl. Biraz da o cahiliye dönemimin mahcubiyetiyle gittim Kırşehir’e. En güçlü hafızamız burnumuz aslında, biliyor musun. 30 yıl geride kalmış bir koku, başka hiçbir şekilde hatırlayamayacağınız anıları doluşturabilir zihninize. Öyle oldu. Orta Anadolu bozkırının kokusu, TOKİ, otoyol, viyadük imparatorluğuna rağmen değişmiyor. Değişmemiş.
Bütün sokakların “aydos” diye inlediği anlatıldı hep. Nasıldı? Tahmin ettiğimiz kadar tüyler ürpertici miydi?
Törenin yapıldığı alana girmemiz mümkün değildi. Daha önemlisi hiç “şart” da değildi. Caddeler, sokaklar kadar balkonlar, pencereler de doluydu. Herkesin bir merkeze yöneldiği ve yürümekten çok birbirini sürüklediği büyük bir kalabalık önümüzde adım adım ilerliyordu. Biz de arkalarından bir süre aktık. Birden cenaze arabasıyla yan yana düşüverdik. Bir süre de böyle yürüdük. Sonra cenaze arabasının çevresinde anlamsız ve yakışıksız bir slogan yarışı başlayınca kitleyi bırakıp oturduk bir çay bahçesine. Kırşehirliler şaşkındı: “Vay be, biz de sever idik de, bu kadarını bilmiyorduk. Neymiş bizim Neşet Usta?” Onlara bunu söyleten “halk” kalabalığı değil, “devlet” kalabalığıydı. Bu “resmi” alakayı şaşkınlık ve gururla anlatıyorlardı. Çaycıyla sohbetimize ortak olan bakkal, bizim cenaze töreni için İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince, birkaç kez daha tekrarladı sorusunu. Her seferinde aynı cevabı alıncaya kadar da ikna olmadı. O vakit anladım ki, mahlası yazgısı olmuş, Neşet Ustanın! Dünyaya taşan bu sevgi ne kadar “garip” ise onlar için; Neşet Ertaş da hâlâ o kadar “Garip”, bu topraklarda.
Hatrına iki kadeh rakı içtiniz mi? Neler konuşuldu hatrınızda kalan?
Kalabalık dağıldıktan sonra gittik mezarına. Mezarı başında yeğenleri, akrabaları, kırgın, üzgün… Cenaze töreninde itip kakmışlar, “protokol var” diye sokmamışlar cenazenin yakınına. Garipliğin yazgısı, Abdallıkla bâki!
İki büyük usta dip dibe yatıyor. Muharrem Ustanın Neşet Ertaş gibi bir şansı vardı, ardından çalıp söyleyen:
“Aydost sazını çalarken kendinden geçen
Gönülden gönüle kapılar açan
Aşkın dolusunu nefessiz içen
gönül delisini neyledin dünya”
Onun ardından kim çalıp çığıracak adını?
Neşet Usta için rakı içtik mi? Kaç rakımızı Neşet Ustasız içtik ki biz?
Neşet Ertaş sahiden öldü mü?
Mümkün mü ya…
“Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada”
Buradaki “eller” olmak koyuyor ama…