Ah Edip Bey, yine Son/bahar
okuma süresi 5 dakikaŞairlerin, yazarların kimsesiz bir kadını sever gibi iştiyakla “güz” şarkıları mırıldandığı bu zamansız mevsimin kıyısından bakıyorum size Edip Bey. Vaktiyle yazılarınızda “Her şey şiirdi, her şey dizeydi, her şey olgunlaşmamış, adını bulmamış şiirimsilikti” diye tarif ettiğiniz iklime eşlik eden mavimsi bir ruh kabarmasıyla okuyorum şiire pek benzemeyen şiirlerinizi. “Yaz kelebeği tadında solumaların” terk edişiyle, ezelden ebede akan uysal bir nehir gibi sükûta kavuşuyoruz sanki eylülde. Hani yıllar içinde sesini, rengini, kokusunu tanıyamayacağınız bir boşlukta, “Bir film, kaç kez görülebilir, bir kitap kaç kez okunabilir” diye sormuşsunuz ya; solmaya durmuş bir yaprağın kendi etrafında dönerek toprağa dökülmesini ilkmişçesine kaç kez aynı merak ve hayranlıkla izliyorsak, o kadar işte. Öyle okuyorum ilk bakışta anlaşılmadığı için emek isteyen tılsımlı mısralarınızı.
Şimdi karşımda oturup şöyle keyifle bir cigara tellendirseniz, “sonbahar”ın başındaki “son”un, sonun başlangıcıyla ürkek muhabbetini anardık. Belki bu mevsimin, ruhla tenin, gövdeyle yüreğin barıştığı, merhametli bir anne dokunuşuyla hayatlarımızı kuşattığı garip bir aralık olduğunu anlatırdınız bana. Ya da giderken kalmanın, kalırken gitmekle aynı şey olduğunu en çok bu müşfik günlerde hatırladığımızı uzun suskunlukların kenarında konuşurduk. Belki birbirimizden pek bir şey anlamazdık ama bizi güz rüzgârlarıyla savuran kum taneleri, toz zerrecikleri, gökler, yıldızlar, deniz taşları gibi birdenbire yer değiştirirdik. Bir kum tanesi olurduk. Bir rüzgâr. Bazen serseri bir bulut, bazen da usulca o bulutlara yükselen kayıp bir kuş tüyü. Siz olup biteni şiirin çocuk bakışıyla izlerdiniz. Bense utangaç bir genç kız edasıyla bakardım dünyaya. “Büyük kederlerin olduğu kadar büyük umutların da olduğu mevsimdir güz” derdim. Dudaklarım ürperirdi böyle şeyler söylerken.
Siz kırık bir dal gibi boynunu büken eylül ışığıyla bakardınız bana muhtemelen. Biraz mahcup, olabildiğince isyankâr: “Baylar!/ Bin dokuz yüz seksen birdeyiz/ Karşınızda eylülün sesi/ Ağustos çekildi, eylülün sesi/ Birazdan konuşacak/ ‘bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar’ (…) Her şey o kadar dokunaklı ki/ Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen/ Dağınık, renksiz bir mozaik gibiysem/ Üstelik yalnızsam bir de telefonda kuş sesleri/ Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı/ Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar…”
Her defasında şaşkın bir ürpertiyle son olacağını sandığımız “son-baharlarda” bizi ölüm korkusundan koruyan böyle küçük buluşmalar galiba. Orhan Veli için yazdığınız yazıyı, “Şöyle bir bencilliğim var benim: Şairleri başka türlü seviyorum. Kim bilir, belki…bana ölümü unutturuyorlar da ondan” diyerek bitiriyorsunuz. Geçmişin, geleceğin varlığımızın ebedi parçası olduğunu, onu yaşatmak için tabiatla, nesnelerle konuşan bir deli misali sayıkladığımızı hatırlatan mısralarınız, hakikaten ölümsüzlüğün insanda değil, şiirdeki insanda olduğunu fısıldıyor. “Şair ölünce su, bitki, kum da olabilir ama gerçekte yeniden insan olur, durmadan yenileyerek kendini” diyorsunuz ya, ben de her güz vakti, tutkularımızın büyük, dünyanın küçücük göründüğü zamanlardan beri mısralarınızı yeniden, hep yeniden kalp bilgisiyle idrak ederek yenileniyorum.
Bunları size yazarken Chopin tuşlara dokunur gibi çaldığı yumuşak valsleriyle eşlik ediyor bana. Güz başka türlüdür, diyorum. Ne yazın gürültülü hoyratlığına, ne kışın buzul kibrine, ne de baharın tekinsiz kıpırtılarına benzer. Herkesin biraz daha eskidiğini kabullenmesiyle iyiliğin katmer katmer açıldığı bir mevsimdir, desem, kızar mısınız bana? Hem siz şairler bilmez misiniz, kendini bağışlayamayan insanı en çok ılık güz rüzgârları avutur. Uzun kış gecelerinin “kar yangınlarında”, bahar tomurcuklarının rüyasıyla içimizi kamaştıran da o değil midir? Tabiatın solgunluğuna eşlik eden yorgun insana, acı bir geç kalmışlık hissiyle birlikte mağrur bir olgunluk hediye eden de sonbaharın uysal, hışırtılı sesidir. Ölümlü olduğumuzu hatırlatırken, bir gün öleceğimizi unutarak yaşamak için bize güç veren de… Kim bilir belki kelimelerle dünyayı yeniden yaratmayı sevenler, hayatta, ötesinde bir “son” olmadığın ikna olabilmek için “sonbahar” derler ona. Hani bir konuşmanızda “Şiir yapılır, yazılan şeyse yazıdır” demişsiniz ya, bilmeden çocuksu bir şiir yapıvermişler işte.
Hakikatin farklı manalarını bir büyücü gibi değişik veçheleriyle gösteren şair Edip Cansever, elli yaşında kendisini yazının ihtişamlı penceresinden seyrediyor: “Sanki düşünmüyorum da bakıyorum ona. Fatih bulvarında tramvaylara atılan bir çocuk mu? Kitaplara baka baka Cağaloğlu’ndan aşağı vuran bir lise öğrencisi mi? Yoksa Cennet Bahçesi’nde bir köşeye çekilmiş, şiirler okuyan bir genç mi? Hangisi?” Hatırladınız mı geçmiş sonbaharları? Sarı tozların hayaletler gibi etrafımızda dolaştığı güz günlerinde, solgun bahçelerin aynasında kendilerini seyredenler hâlâ bunları soruyor Edip Bey. Ben de her sonbaharda benzersiz mısralarınızla tesellisiz yalnızlıkları, hüzünlü pişmanlıkları, ömrümün geri kalanını itinayla büyütüyorum: “Şiirler yazdım, kitaplar okudum/ Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum/ Derinlerde kaldım böyle bir zaman/ Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış ki mutluluktan/ Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşamsefaları/ Söyleşin benimle bir kere gelmiş bulundum…”
İyi ki gelmişsiniz Edip Bey, iyi ki gelmişsiniz…