Ahmet Erhan: “Acı ve ironi kardeştir”…
okuma süresi 11 dakikaAhmet Erhan, 1981 yılında, henüz 21 yaşındayken Necatigil Şiir Ödülü’nü almıştı. Sonrasında Türk şiirinde önemli bir okur kitlesi edindi. Şiirde 30. yılını dolduran, adı daima çeşitli tartışmalarla anılan Ahmet Erhan, yeni kitabı Sahibinden Satılık’la yeniden okur karşısında. Ahmet Erhan’la son zamanlarda yaşadığı sağlık problemlerini, şiiri hakkında yapılan tartışmaları ve şiirin bugününü konuştuk.
Kemal Varol: İlk kitabınız Alacakaranlıktaki Ülke gerçekten de talihsiz bir dönemde, 12 Eylül’den sonraki zor koşullarda yayımlandı. Ama aynı zamanda bu kitabınızla çok geniş bir çevreden ilgi gördünüz ve hemen peşinden de 1981 yılında Necatigil Şiir Ödülü’nü aldınız. Bu kitap, kendi kuşağınız içinde bir çeşit öncü görevi gördü kanımca. Ama gördüğünüz onca ilgiye rağmen çeşitli çevrelerden kimi suçlamalarla da karşı karşıya kaldınız.
Ahmet Erhan: Öncelikle kitabın talihsizliğinden öte bu ülkenin talihsizliğinden söz etmek gerekiyor sanırım. 12 Eylül gibi despot bir rejimin öncesi de, sonrası da bir kâbustu. Çok acılar çekildi, çok canlar yok oldu, çok ocak söndü. Alacakaranlıktaki Ülke şiirlerinin tamamı 12 Eylül öncesinde yazılmışlardı, ama kitap olarak 12 Eylül sonrasında yayımlandı. Aslında basbayağı bir cesaret işiydi. Darbecilerin varlığı bir yana özellikle de sol kesimden epeyce tepki aldım; ama sol ya da sağ olsun büyük destek de gördüm; aslolan da o. Kitabın sanıyorum bir öncülük işlevi oldu; ama ben yapmasaydım da nasılsa biri çıkar yapardı. Ödüle gelince, gerek seçici kurulun niteliği, gerekse “Necatigil” gibi bir şiir devinin o ödüle adını vermesi, 21 yaşındaki genç bir şair için kolay değildi (ki o kitabı 17-20 yaşları arasında yazmıştım.). Aradan bunca yıl geçtikten sonra bile Alacakaranlıktaki Ülke’nin baskısını üzerimde hissediyorum.
Şiirlerinizde bireysellikle toplumsallığın sürekli olarak at başı gittiği görülüyor. İlk kitabınızdan son kitabınıza kadar bu eşitlik hiç değişmedi.
Hayatın kendisi bireysellikle toplumsallığı birlikte götürüyor aslında. İnsan bütünsel bir varlık; bireyselliğimize nasıl ihtimam gösteriyorsak, namuslu bir insanın toplumsallığa, yani dünyaya, ülkesine duyarsız kalması düşünülemez. Hangi tarafta yer alırsa alsın, bu böyle. Şiir ve diğer edebiyat türleri için bu böyle de, bilim türleri için böyle değil mi? Hayattan ben de kaçamazdım; o kadar korkak değilim yani. Öte yandan, hayatın içinde bir olgu olarak ölümden de kaçamazdım. Şiirlerimin pek çoğunda ölüm de yer alır, bu bilinen bir şey.
Bu kısa girişten sonra, geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve yine epeyce ses getireceğe benzeyen kitabınız Sahibinden Satılık’a getirmek istiyorum sözü. Öncelikle, gerek adı, gerekse kapak düzeniyle okuyucuyu hemen çarpan bir kitap…
Aslında ortada satılan bir şey yok. Kitap olarak baksak bile (ki öyle) artık şiir kitaplarının fazla bir alıcısı da yok üstelik. Ne yazık ki insanlarımız şiirleri internetten okumayı, kendi deyimleriyle “indirmeyi” yeğler oldular. Oysa bir kitabın güzelliğini, ancak o kitabı elinizde tuttuğunuzda anlayabilirsiniz. Kimse tutup da şimdi ekonomik koşullardan filan söz etmesin. Belki bu durum geniş hacimli, roman gibi türlerde söz konusu olabilir, ama şiire gelince hiç de inandırıcı değil. Ben şiir sitelerine karşı değilim. Bir şairden tanıtım amacıyla beş- on şiir alabilirsiniz, ama benim ya da başka şairlerin bütün şiirlerini alan siteler var. İnsaf artık! Şimdi bu da ayrı bir korsanlık değil mi? Bizim elimizden bir şey gelmiyor, bunlar için de tıpkı (deyim için özür dilerim) “et ticareti” yapan kimi sitelere yönelik yaptırımların uygulanması gerekiyor. Şiir siteleriyle bu tip iğrenç site bozuntularını bir tutmak elbette çok yanlış, ama yine de bunun bir çaresi bulunmalı, olmalı… Şiirin içine düştüğü durum bir ölçüde müzik eserleri için de geçerli. Ama hiç değilse onlar geçimlerini konser gibi etkinliklerle sürdürebiliyorlar; ayrıca güçlü örgütleri var. İnternetin olumlu-olumsuz özellikleri elbette ki var; şiiri alabildiğine yaygınlaştırdılar, öte yandan da iyice ayağa düşürdüler (bu konuda ‘şiir öldü’ diyenlere katılmıyorum). Yine de çocuğa nerede yazıyorsun, diye sorduğunuzda bilmem ne sitesinin adını veriyor, bir edebiyat dergisinin değil.
Son kitabınızın sanki bütün atmosferi kar üzerine kurulu: Kış, soğuk, yağmur, buğu, kurt ulumaları… Genellikle kış mevsimi zor koşulları nedeniyle bir yakınma duygusu uyandırır insanda. Ayrıca siz Akdenizli bir şairsiniz. Niye böyle gelişti bu kitap?
Doğrudur Akdenizliyim (Mersin); çocukluğum orada geçti. Ama söyledim ya 25 yılım da Ankara’da. Aslına bakarsan bunlarla ilgisi yok. Silivri’den Beylikdüzü’ne taşınınca kendimi çok yalnız hissettim; bir de üstüne hastalık bindi. Karamsar diyemeyeceğim, belki yalnızlıktan ötürü kasvetli bir kitap çıktı ortaya. Bir ara adını “Buğular Kitabı” koymayı düşündüm. Ama insanları o kadar da boğmaya hakkım yoktu. Bir de, ben kova burcuyum. Gazetelerdeki fallara pek inanmasam da bazen astroloji kitaplarına gözüm ilişir. Kış çocuğuyum – dolayısıyla en sevdiğim mevsim kıştır. Sonra elbette kışın habercisi olduğu için de güz. Sıcaktan nefret ederim; hele yazın plajlarda güneşlenenleri düşündükçe.
Şiirinizin belirgin özelliklerinden biri de, acı ve ironinin birbirini dengeleyen, hatta yer yer birbirlerini çelen unsurlar olarak öne çıkması oldu bana kalırsa. Sizin şiirinizde bugüne kadar acıyla eşit aralıkta ilerleyen ironi duygusunun son kitabınızda giderek azaldığı, acıdan ibaret bir şiire yöneldiğiniz görülüyor. İroni, şiirinizde dozunu neden azalttı?
Acı ve ironi birbirleriyle kan kardeştir. Acı ne kadar yoğunlaşırsa ironi de o ölçüde boy gösteriyor. Bende de böyle oldu bu durum; zamanla ironi öğesi şiirlerimin önemli öğelerinden biri oldu. Kendisiyle çok barışık bir insan değilim. Son kitabım Sahibinden Satılık’ta ironinin geri plana itildiğini de nerden çıkardın? Adı bile ironik değil mi sence? Doğru, ortada bir hastalık var; (haydi adını söyleyeyim iki yıldır gırtlak kanseri tedavisi görüyorum) bu hastalık, somut bir hastalık aslında; yine de (bence) bıyık altından dalga geçmemi engellemiyor. İki tane çok ciddi ameliyat geçirdim; ikincisinde ses tellerimden birini aldılar, üstelik bir de kalbim durmuş kısa süreli de olsa. İroni ciddi bir şey aslında, ölüm çok daha ciddi bir şey, 12 Eylül öncesinde (toplu ya da tek) yedi kere kurşunlanmış biri olarak azıcık gülümsemeye hakkım var sanki. Öbürlerini saymıyorum bile, nazar değer…
Ama yine de “kar biricik kefenim benim” diyorsunuz?…
Keşke olsa… (gülüyor) Ama şunu da diyorum, bana haksızlık etme: “Pencerene kar buğusu bıraktım / Belki beni yazarsın diye / Belki beni çizersin diye (…) Pencerene kar buğusu bıraktım / Belki beni seversin diye” Az şey mi bu?
Kitabın ilk şiiri değil mi? Sahiden çok çarpıcı, çok güzel bir şiir o. Daha ilk sayfalarda insanın tüyleri ürperiyor. Ayrıca çok güzel aşk şiirleri var kitapta. O sözünü ettiğiniz kasveti dağıtmak için mi?
Yok. Keşke o kadar hesapçı bir adam olsaydım. İlk kez bir kitabı bölümlere ayırma gereği duymadım. Hayatın bize bağışlanan katmanları (Türkiye, ölüm, aşk, doğa, şehir vb.) bir arada bulunsun istedim. Belki de bütün kitaplarımın mütevazı bir özeti oldu bu kitap. Rastlantılarla gelişti sanki. Belki de ölümün soluğunu ensemde hissedince, böyle bir şiirler toplamı ortaya çıktı.
Sanki önceki kitabınızla birlikte (Şehirde Bir Yılkı Atı) “Şiir Kesikleri” diye yeni bir tür yarattınız. Son kitabınızda da “Aşk Kesikleri” var. “Kesikler” bazılarınca çok seviliyor ama; hatta özdeyiş olarak görenler de var; bazılarına da kolaycılık gibi geliyor…
Hiç ilgisi yok. Bazı dizeler var, defterde kalıp duruyor; onları şiir bütünlüğüne bir türlü getiremiyorsunuz. Öyle “kalmaları”na da yüreğiniz elvermiyor. Kolaycılık değil de kâğıda ve kaleme bir vefa borcu diyelim.
Yeri gelmişken sorayım.. Özellikle Haydar Ergülen ve siz “kuşağınızın bir vefa kuşağı” olduğunun altını çiziyorsunuz hep.
Şiir tarihimize baktığımızda, bir kuşak kendinden önceki kuşakla hep kavga etmek zorunda hissetmiş kendini; sanki bu yolla rüştünü ispat yoluna gitmiş. Biz bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendimizce onları geleneğimiz olarak gördük, kendi sentezimizi yarattık. Bu nedenle 80’li yılların şairleri vefa şairleridirler. Kuşak dediğime bakma, lafın gelişi, kendi şiirlerimiz arasında da bir benzerlik söz konusu değil. Belki de erken olgunlaştık, toplumsal anlamda. Alınmayın ama yeni dönem şairlerinin az da olsa bir bölümünde, özellikle bize karşı her fırsatta bir “kayıkçı kavgası” yapma çabası var. Bir genç adam böyle şeylere kafa yoruyorsa ondan, kötü şairden başka bir şey olmaz. Örneğin adamın biri benim için yazıyor, hem de ülkenin saygın yayın organlarının birinde: küçükburjuva, konformist, sağcı, milliyetçi vb. Kitaplarımı okumuş mu? Yok. Beni insan olarak tanıyor mu? O da yok… Yazıktır. Günahtır. Cevap vermeye çalışıyorum; milliyetçi değil, yurtseverim. İkisinin arasındaki farkı biliyor mu? Bilmiyor, ne yapayım ben şimdi, ya da ne yapalım böyle adamları? İyi ki aynı mekânlarda filân değiliz, onlar genç, döverler bizi. Şimdi şu konuşmayı yapıyoruz ya Zaman’da, başıma gelecekleri biliyorum. “Ahmet Erhan dinci (Müslüman bile değil) olmuş” diyecekler. Sanki bu gazeteyi okuyanlar benim ne olduğumu bilmiyorlarmış gibi. Kusura bakma, ama bu konuda biraz dertliyim galiba, çenem açıldığına göre…
Geçenlerde Radikal Kitap’ta Orhan Kahyaoğlu’nun son kitabınız Sahibinden Satılık üzerine bir yazısı vardı. Biraz haksız bir yazıydı bana kalırsa.
Aksine, o yazının genelde iyi niyetli bir yazı olduğunu düşünüyorum. Şunu söyleyeyim, eleştiriler elbette ki olacak. Benim hayat felsefesi haline getirdiğim bir düşüncem vardır: Herkes beni seviyorsa kendimden kuşku duyarım. Bu yazılan yazılarda da öyle. Keşke herkes Orhan Kahyaoğlu gibi olsa, ayrıca kimi eleştirilerine de katıldığımı söylemeliyim. Örneğin bütün şiirlerimi ele alarak -bunu tek dergi sayfasında yapmasaydı keşke- bazı şiirlerimde vasatın altına düştüğümü söylüyor, ki doğrudur. 20 şiir kitabı yazmış biri için doğaldır da bu. (İşin tuhafı, ölürüm filân diye şiirleri ayıklamaya başladım bile; yani “Bütün Şiirleri”me almayacağım yığınla şiir var) Rahmetli Ahmed Arif bir gün demişti ki: “Ahmet, bir kitapta 3-4 tane iyi şiir varsa, o kitap iyi bir kitaptır; diğer şiirler o şiirleri besler.” Ben bu kadar kitap yazdım; iyi de Dağlarca’nın (kaç kitabı olduğunu saymaktan usandım) hiç mi “vasatın” altında şiiri yok örneğin. Orhan’ın ya da diğer arkadaşların anlamadığı şu; Dağlarca örneğini özellikle verdim, (yoksa hâşâ ben onun eline su bile dökemem) ne geliyor aklımıza, ilk kitabı Çocuk ve Allah değil mi? Ben de aynı kaderi paylaştım, nedir o, Alacakaranlıktaki Ülke. Ağzını açan o kitabı 20 defa yazmamı bekliyor benden. Açıkça söyledim daha önce de “benim en kötü kitabımdır” diye. Ben Orhan Kahyaoğlu’nun yazısında en çok “kendini tekrar ediyor” saptamasına takıldım. Yıllardır “bireysel” bile değil, “kişisel” bir şiir, tek bir şiir yazdığımı söylüyorum. Tek bir şiirde de bu geriye dönüşler, tekrarlar (bilinçli ya da bilinçsiz) olur, diyorum. Orhan’ın bunu anlaması gerek. Bir de vasat şiir- kült şiir gibi saptamalar var. Bunu neye ve kime göre belirleyeceğiz? Ölçütümüz ne? Neyse, ciddiye almış yazmış, eline sağlık. Samimiyetle söylüyorum, bütün eleştirilerini ciddiye aldım.
Yeniden şiirlerinize dönersek, Ankara ve İstanbul’la olan sancılı ilişkinin bir benzerini Türkiye ile de yaşadığınızı düşünüyorum. Bir yanda derin bir sevgi, ama öte yanda kıyasıya eleştirilen bir Türkiye vurgusu var kitaplarınızda. Bir şiirinizde (Türkiye Ayağa Kalk) sanık sandalyesine oturttuğunuz Türkiye ile olan hesaplaşmanız bitti mi?
Türkiye şiirimin ana damarıdır. Onu şiirlerimin dekoru olarak görenlere söyleyecek tek bir sözüm var, bir daha okusunlar. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana sanık sandalyesinden hiç inemedi ki! İşin gülünç tarafı bizi de indirmedi. Hesaplaşma hiç biter mi? İnsan çoğunlukla sevdikleriyle hesaplaşır. Sevgili yurdum, bizlere neleri revâ görmedi ki!
Türkçe şiirin bugünü hakkında neler söylemek istersiniz?
Şiirimizin bugünkü durumunu çok iyi buluyorum. Abarttığımı düşünenler olabilir, ama şiirimiz (senin deyiminle Türkçe şiir) dünyanın en iyi şiirlerinden biri bana kalırsa. Koskoca bir şiir geleneğimiz var; ama öte yandan bırakın Fuzuli, Nef’i vb. Yahya Kemal’i bile duymamış (okumamış demiyorum) genç “şair” arkadaşlarımız var. O zaman ne oluyor, ortaya güzel dizelerden oluşmuş bir imge yığını çıkıyor; şiirin sonuna geldiğinizde, ne okudum ki şimdi ben, gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu durumu genelleştirmiyorum, en az on tane olgunlaşmış genç şair sayabilirim de, şimdi yeri zamanı değil. Daha durun bakalım, (bunu söylemek bana düşmez, ama bizim kuşakta da müthiş bir elenme süreci başladı aslında) daha ne şairler göreceğiz. En büyük sorun da ne biliyor musun, kimse kendi dar çevresinin (bir çeşit cemaatinin) dışındakileri okumuyor, merak da etmiyor. Yazık…
50 yaşınıza çok ciddi sağlık sorunlarıyla girdiniz. Belki de bu sebeple son kitabınızda en çok yenilediğiniz, en çok üzerinde durduğunuz kelime “ses”. Şimdi nasıl sağlığınız?
Evet, yukarıda anlattığım gibi 50 yaşıma sağlık sorunlarıyla girdim. “Ses” diyorsun ya, en çok ağrıma giden şey, 20 yıl Türkçe- Edebiyat öğretmenliği yapmış birinin sesinden çocukların korkması. En çok ağırıma giden bu. Sağlığım bir gün iyi, bir gün kötü. Böyle götürmeye çalışacağız artık. Ötesi… Ne yazıyor sevgili devletimiz sigara paketlerinin üstüne: Sigara içmek öldürür! Ötesi bu.. Başka ne olacaktı ki?
Kemal Varol, Kitap Zamanı, Haziran 2008.