Bana bir ‘y’ borcun var
okuma süresi 3 dakikaTemmuz başlayalı 10 gün olmuştu ki kapadı gözlerini o da…
Hayatımız son sürat değişirken…
Gün geçmiyordu ki çapaklı gözlerimizle banyoya kadar yol alırken yepyeni bir olayın içinde daha kendimizi bulmayalım.. Halbuki son zamanlarda geceleri, ruhumuzun yakasına alacaklı vergi memurları gibi yapışan kâbuslarımız vardı. Ve biz onlar yüzünden uyuyamadığımız için en yavaş, en mahmur hallermizle hareket ediyorduk. Buna rağmen hâlâ zamanı bükememiş olmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek; dünya tüm hızıyla dönmeye devam ediyordu.
Kâbuslarımız gecelerimizi, gerçekler gündüzlerimizi emerken; yıldızlar tek tek kaymaya devam ediyordu.
Sokağa çıktığımızda önce telaş halinde işe yetişmeye çalışıyorduk, sonra saate bakıp:
“saat sabahın 7.30’u, sadece 3 saat uyudum, gazdan öksürüp duruyorum, kaybettiğimin yasını bile tutamıyorum ve şu an tek derdim işe yetişmeye çalışmak!” diyorduk.
Birbirimizin yüzüne boş boş bakıp ‘günaydın’ derken alt yazı hiç değişmiyordu:
“şu an ne kadar saçma bir şey yaptığımızın farkında mısın?”
Abdullah, Ethem, Mehmet, Medeni, Ali İsmail tüm hızlarıyla yanımızdan uzaklaşırken biz tüm yavaşlığımızla yaşamaya devam ediyorduk. Kim bilir belki de hepimiz durursak zaman bükülür ve geri gelirler diye düşünüyorduk ya da mahcubiyetimiz tüm hızıyla yaşamamıza engel oluyordu…
Mahcuptuk, yanımızda bizimle yürüyenler onlar değil miydi ve biz onların hemen yanında değil miydik de şimdi onlar yoktu da biz vardık…
Mahcuptuk, çünkü nefes almak hiç bu kadar zor olmamıştı yaşarken… Sahi; bu muydu yaşamak?
Halbuki hatayı en başta yapıyorduk!
Çünkü pek sevgili büyüklerimizin söyledikleri yine bir kulağımızdan girmiş diğerinden de çıkmıştı:
“Sayma, ölenleri! Saydıkça çoğalır!”
Bizse dilimizden eksik etmedik, Nâzım’ın zamanında aşıkları mısralarıyla lanetlediği gibi kendimizi lanetlenmiş hissediyorduk ve saymadıkça unutmaktan korkuyorduk. Hiç bilmiyorduk ki kalbimizdeki çizikler zaten bize unutturmayacaktı hiçbirini ve aslında hep onlarla yürümeye devam edecektik. Tam da bu yüzden saymadan devam etmeliydik… Saymayacaktık ki devamı gelmesin!
Uzun uzun ağıtların içinde kavrulduk. Ne onların annelerine bir diyeceğimiz vardı ne de kendi annelerimize… Sadece göz yaşlarımız inmesin diye kocaman ve uzun uzun yutkunuyorduk.
Ve bu arada kırmızı koltuklarında oturanların bizim bu acılı yutkunuşlarımızdan sebeplendiklerini nereden bilecektik ki…
Ağır ağır yaşadığımız bu zaman dilimlerinde onlar hızlı hızlı hareket ediyorlardı. Sadece 1 saatte, sadece 1 gecede aldıkları kararlarla daha da çok hapsediyorlardı.
Korkmuşlardı ve hızlı hareket edince korkularından kaçtıklarını zannediyorlardı.
Bilmiyorlardı ki korkaklarla baş etmek bizim işimiz, zamanda yolculuk mümkün, bölme işlemi geçersizdi…
“Günaydın, tam da şu anda ne kadar saçma bir şey yaptığımızın farkında mısın?” dedi. Sabah 7.30’du. Güneş dün gecenin karanlığına inat o kadar parlaktı ki sesin geldiği yöne bile bakamıyordum.
“Sen, dün gözlerime ilaç sıkan çocuk değil misin?” diyebilmiştim, bugün ilk defa sesimi duyacak olmanın verdiği tedirginlikle.
“Evet, peki sen şu an ne kadar saçma bir şey yaptığının farkında olan kız mısın?” diye sordu yeniden. O kadar öfkeliydi ki alt yazıları durdurup sessiz filme kendince bir son vermişti belli ki. Zaten her şey aslında tam da böyle başlamamış mıydı?
– Evet, farkındayım ve elimden bir şey gelmediği için ölesim geliyor.
Bir anda çatık kaşları yay gibi kıvrılıp ünlem işaretine hayat verdikten sonra;
– Ölmek o kadar kolay değil, önce özgürlüğün için savaşacaksın sonra da onu yaşayacaksın. Senin haberin yok herhalde ‘tek yasak’tan!
“Özgürlüğün geldiği gün,
O gün ölmek yasak!”
Sadece, “Cemal Sürey-ya” diyebildim.
– Bana bir y borcun var.