Birol Tezcan: “Behzat Ç. biter, söyleyeceklerimiz bitmez. Başka mecralarda söyleriz.”
okuma süresi 6 dakikaBirol, Behzat üzerine konuşmadan önce, Ercan’a da sorduğum şeyleri sormak istiyorum kısaca. Behzat Ç.’nin emekçilerinden biri olan Birol Tezcan kimdir? Nergiz’in babasıdır o cepte. Ya berisi?
Nergiz’in oyun arkadaşıdır. Şimdilik, yani kendi ayakları üzerinde durana kadar yardımcısıdır. Baba demez mesela Nergiz, Birol der. Beraber oynarlar, dağlara çıkarlar, koşarlar, zıplarlar. Daha bir sürü şey.
Onun dışında, Birol, çocukluğu askeri darbeciler, gençliği sivil darbeciler, orta yaşlılığı malum çevreler tarafından talan edilmiş şahsına münhasır bir insandır.
Babası işçi emeklisi, annesi sigortasız işlerde çalışan, kardeşleri geçim sıkıntısından başka başka diyarlara savrulmuş, “söylese tesiri olmayan, sussa gönlü razı olmayan” biridir.
Çocukluğu, tarlalarda pamuk seyrelterek, çapa yaparak, pamuk toplayarak, gençliği, fırın işçiliği, inşaat ameleliği, drenaj işçiliği, makina puantörlüğü, amatör tiyatrocu, bir müzik grubunda sazcı, eylemlerde nefer olarak geçmişbiridir.
Bir kısmı hâlâ devam ediyor.
Gene Ercan’a söyledim, sana da söyleyeceğim. Bak hepimizin kitabı var artık. Edebiyatı “iyi” bildiğini, bildiğinizi biliyorum. Hani senin? Aslolan metin midir sahi?
Aslolan derttir, metin şöyle dursun. Aslolan öfkedir, metin beri gelsin. Edebiyatla aram iyidir, severim. Onun da beni sevdiğini düşünürüm. Ne de olsa ayrılmadık yıllardır.
Yazmak başka dert. Yürürken, yatarken, düşerken, kalkarken hep kendi metnimin hayalini kurarım. Şiirler yazdım, hikâyeler yazdım, oyunlar yazdım. Birkaç dergide yazdıklarımı okudum, oyunlarımı izledim. Derdim vardır, öfkem vardır, hâlâ da yazmak isterim.
Kitaplığın önündesin ve diyelim ki hikâye rafına bakıyorsun. Elin hangi kitaplara gider ilk olarak? “Bu kitap olmasa, iki adım atmam” dediğin kitap var mı mesela?
Romana daha yakın duruyorum. Uzun anlatıları seviyorum. Tadı damağımda kalmasın, uzuuuun uzuuuun nüfuz etsin daha iyi diyorum. İlk Bitmeyen Kavga’yı okumuştum. Durur durur anarım. İlla hikâye dersek, Necati Tosuner hikâyelerini çok severim. Kitaplığıma baktığım zaman ilk onları görürüm. Romanlarını da tabii. Hele ki Sancı Sancı.
Kürk Mantolu Madonna dendi mi sigara yakar, “Beyaz Mantolu Adam” dendi mi içerim. Palto dendi mi ayağa kalkarım.
Yaz yaz bitmez… Hiçbirine haksızlık etmeyeyim… Yine de sevdiğim diğer yazarları kırmadan Panait İstrati diyeyim. Hele de Akdeniz. Her zaman başkadır yeri, başımın üstünde. Dönüp dönüp okuduğum Halil Cibran’ı unutursam kırılır değil mi?
Behzat Ç. bitiyor Mayıs’ta. Film duyurusu da yapıldı. Neden bitiyor? Bitmese daha neler olurdu, neler vardı aklında?
Ercan’la her bölüme başlarken uzun bir sessizlikle birbirimize bakıyoruz. Özel hayat hikâyeleri akıyor da bir şekilde, cinayet öyküsü ne olacak? Sonra bir kıvılcım, bir bakmışız bölüm bitmiş. Kaygımız, derdimiz, öfkemiz, neşemiz ortak Ercan’la.
Bölümler, öyküler üzerinde kavga ettiğimizi hiç hatırlamıyorum. Varsa da çok azdır. Birbirimizi çabuk ikna ediyoruz. İkimiz de dinlemeyi biliyoruz çünkü. Ortak yazımlarda bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Konuşmaktan çok dinleyen olmayı başarabilmek. Emrah arada katıldığı için böyle söylüyorum. Yoksa aynı şeyler onun için de geçerli. Üçümüz de ayrı ayrı zamanlarda ev arkadaşlığı yaptık. Birbirimizi iyi tanıyoruz.
Behzat Ç. bitiyor olmasaydı yazacak daha çok öykü bulurduk. Malzeme çok. Polisiyenin ötesi bizi ilgilendiren, polisiyeyi göz ardı etmeden. Görmezden gelinenler ilk sıramızda oldu hep. E çoğunluğun üç maymunu oynadığı bu dönemde görmezden gelinen o kadar çok şey var ki. Hepsi bizim için malzeme. Sonra vicdanımızın almadığı ölümler. Ekrandan çekilmeden önce çocuk yaşta çalıştırılan işçiler üzerine de bir bölüm yazmamız gerek aslında.
Özlemim, çocuklarına sahip çıkabilen bir devlet modelidir. Eğer bir ülkede çocuklar açlıktan ölmüyorsa, torna tezgâhlarına ellerini kaptırmıyorsa, inşaatlarından düşmüyorsa, cezaevlerinde yatmıyorsa, o ülke yaşanası bir ülkedir.
Behzat’tan buraya nasıl geldim ben ya? Neyse, öyle işte. Behzat Ç. biter, söyleyeceklerimiz bitmez. Başka mecralarda söyleriz.
Sahi, Behzat Ç. televizyonda ne etti? Nasıl bir etki yarattı da, bitişi üzerine bile bunca tevatür var?
Aslında acele edip bir önceki soruyu yanıtlarken söylemişim.
Emrah, romanda iyi bir şey başarmıştı zaten. Polisiyenin yanında iyi bir politik dili de var romanın. Dizi onun üzerine inşa edildi.
Dizi olarak bu kadar sevilmesinin ilk unsurlardan biri doğallığı. En basitinden, birinin evine girerken ayakkabının çıkarılması mesela. Sırf bunun üzerine bile bir sürü şey yazılıp çizildi sosyal medyada. Hayatta ne varsa, ekrana o yansıdı. Tabii ki bir kurmaca olduğunu unutmadan.
Sonra, söyleyeceğini sakınmadı, kimseyi eleştirmekten korkmadı. Kahramanını da eleştirdi her fırsatta. Behzat Ç., bir polistir ve hiçbir zaman örnek alınsın diye yazılmadı. O da eleştirildi. İşkenceciliği, küfürbazlığı, erkek egemen tutumu…
O zaman neydi bu kadar sevilen yanı? Behzat Ç.’nin sevilesi ve de örnek alınası tek davranışı vicdanıyla hareket etmesiydi.
Televizyonlarda bugüne kadar söylenmeyeni söyledi, gösterilmeyeni gösterdi. Örneğin Cumartesi Anneleri hiçbir dizide böyle anlatılmadı.
Yazarken en etkilendiğin bölüm hangisiydi?
Ooooo, say say bitmez. Aklıma gelenleri sıralayayım; Ayşe Paşalı, Hrant Dink, Slikozis, Kentsel Dönüşüm, Linç Kültürü, Nefret Cinayeti, Karikatürist, Eğitim Zayiatı, Öğrenci Cinayeti, Anadilde Savunma, Cumartesi Anneleri.
Daha da vardır ama ilk aklıma gelenler bunlar.
Ben biliyorum da, soracağım: Birol Tezcan’ın rakıyla başı hoş mudur? Birol Tezcan rakı masasında hangi türküleri söylemeyi sever mesela?
Rakı candır. Bardağa konur, yarısı kadar soğuk su ilave edilir, afiyetle içilir. Yudum yudum. Çok meze yanlısı değilimdir, rakı yeter. Güzel ezgiler de eşlik ederse muhteşem olur. Ben rakı içersem saz çalarım, bilen bilir. Öyle iddialı değilimdir saz konusunda ama kendime de o an masada olan dostlarıma da yeterim. Çok türkü söylerim. Saatlerce susmadığımı bilirim. Masadakilerin keyfini bozmadan ama.
Kime kin ettin de giydin alları, sallana sallana neçe sar ave, açma zülüflerin, bülbül havalanmış, hüseynik, ahu gözlüm tut elimden, bu tepe, gule uyan sabahtır, mapushane çeşmesi, hastane önünde incir ağacı, vay seni Cerrahpaşa, dar hejîrokê, sari galin, küçelere su serpmişem, elqajiye… Daha neler neler…
Bundan sonra aklında, elinde neler var? Nasıl göreceğiz seni?
Bundan sonra aklımda öncelikle biraz dinlenmek var. Gerçi işi yazmak olan biri nasıl dinlenir onu da bilmiyorum ya. Nida Nergiz’le oynamak. Bir de bitmiş senaryolarım var, onları çekebilmek için uğraşacağım. Bir de yani başladığım bir romanım. Taslak halinde, bir köşede beni bekliyor. Aklıma geldikçe notlar aldığım ama bir türlü başına oturamadığım. İlk etapta yapmak istediklerim bunlar.
Dışarıda “leylim bir bahar” var, tam olarak yoksa da yolda. Bahar gelecek mi peki memlekete? Ne dersin?
Hiç umutsuzluğa kapılmadım. O bahar gelecek de, kendiliğinden gelmeyecek, biliyorum. Son zamanlar insanlar yenik düşmüşler gibi kötülüğe. Depreme bile sevinenler var baksanıza. İşte öyle zamanlarda Nâzım’ın şiiri gelir aklıma. Kendi kendime mırıldanır, umut dolarım.
“Güzel günler göreceğiz çocuklar,
Güneşli günler
Göreceğiz.”
Hani Hasan Hüseyin demiş ya;
“Biliyorum
Matarada su
Torbada ekmek
Ve kemerde kurşun değil şiir
Ama yine de matarasında suyu
Torbasında ekmeği
Ve kemerinde kurşunu kalmamışları
Ayakta tutabilir.”
Son söz olarak da, içimi döktüm, büyükkeyif.