Muzip Amerikalının rakı macerası…

okuma süresi 4 dakika
1950’li yılların sonları, yer Sarıyer. Hava oldukça soğuk ve sert esen rüzgâr insanın kemiklerini donduruyor âdeta. Vapur iskelesinin yan tarafındaki sahil meyhaneleri yavaş yavaş yükünü almaya başlamış. Hatta bazıları müdavimleriyle tıklım tıklım dolup taşmış bile.

1950’li yılların sonları, yer Sarıyer. Hava oldukça soğuk ve sert esen rüzgâr insanın kemiklerini donduruyor âdeta. Vapur iskelesinin yan tarafındaki sahil meyhaneleri yavaş yavaş yükünü almaya başlamış. Hatta bazıları müdavimleriyle tıklım tıklım dolup taşmış bile.

Bu arada oldukça yaşlı Robinson çifti meyhanelerin önünde bir aşağı bir yukarı tur atıp duruyorlar. Sık sık da meyhanelerin soluk perdelerinin aralık kısımlarından içeriye bakıp kafalarına uygun mekânı seçmeye çalışıyorlar. Bir süre sonra da birini seçip dalıyorlar içeri.

Yabancı çift Amerika’dan Noel kutlamaları için İstanbul’a gelmiş. On-on beş ülke arasından seçmişler kentimizi. Aslında Mr. Robinson daha önce birkaç kere İstanbul’a gelmiş ama hanımı ilk kez geliyormuş. Yaşlı adam daha önce İstanbul’da bulunduğu süreler içinde diğer tüm lüks ve turistik eğlence yerlerine rağmen çoğunlukla emektar meyhanelerimizi tercih edip bir şekilde rakıya ve pek tabii ki rakı sofralarımıza alışmış. Hayran kalmış meyhanelerimizin ve rakı sofralarımızın havasına.

amerikalikovboylar

Ülkesine döndüğü her seferinde sadece İstanbul’un tarihi ve doğal güzelliklerini değil, sık sık da geleneksel meyhanelerimizi ballandıra ballandıra anlatırmış hanımına. Hanımı da hep merak eder dururmuş meyhanelerimizi. O akşam mademki yılbaşını İstanbul’da geçireceğiz, fırsat bu fırsat gel bir meyhaneye gidelim demiş Mr. Robinson hanımına. Kadıncağız dünden razı… Atlamışlar arabaya gelmişler Sarıyer sahiline ve dalmışlar seçtikleri sahil meyhanesinden içeri.

Kendilerini güler yüzle kapıda karşılayan salon amiri cam kenarında, denize nazır bir masaya oturtmuş konuklarımızı. Ardından o bölüme bakan garsona çok ihtimamlı hizmet vermesini tembih ederek tekrar diğer masalarla ilgilenmeye başlamış.

Mr. Robinson daha önce ülkemizde birkaç kez bulunmuş olmasına rağmen Türkçe olarak rakı sözcüğünden başka hiçbir sözcük bilmiyormuş. Önce rakıları gelmiş masalarına, ardından kızarmış francala dilimleri eşliğinde tereyağı ve ançüez ezmesi servisi yapılmış. Garson kadehlere rakılarını doldurduktan sonra lakerda, beyaz peynir, kavun derken teker teker mezeleri taşımaya başlamış belli aralıklarla.

Gramofonda dönen taş plaktan (cızırtılı) romantik nağmeler yükselirken bizim Mr. Robinson da ha bre yumuluyormuş rakıya, yumuluyormuş yumuldukça. Önce yanakları kızarmaya başlamış, ardından alnı buram buram terlemeye. Tam istim üstüne geldiği zaman garsonu çağırarak lakerdayı göstermiş, elinle de daha değişiğini getir işareti yapmış.

Garson önce midye salatası, ardından ahtapot salatası getirmiş. Mr. Robinson ha bre daha değişiğini getir işareti yapıyormuş. Bir türlü anlatamıyormuş ne istediğini. Garson tarak getirmiş olmamış, istiridye getirmiş olmamış, mutfaktan getireceği başkaca bir deniz mahsulü türü kalmayınca iki elini yana açarak bitti işareti yapmış yılgın ve yorgun bir halde.

amerikaatarabasi

Sevimli ihtiyar hâlâ daha değişik daha değişik işareti yapıyormuş ama bir türlü anlatamıyormuş derdini. Garson bakmış ki işin çıkar yanı yok salonda bulunan konuklardan yardım istemiş. Tesadüf bu ya o gün de İngilizce bilen tek bir konuk bile bulamamış. Hınzır rakının esritici etkisiyle yüzü pancara dönmüş olan Mr. Robinson tekrar çağırmış garsonu yanına.

Cebinden çıkardığı not defterine kara-kuru ve kikirik bir çıplak kadın resmi yaparak göstermiş garsona. İskeleti andıran kadın resminin apış arasını da daire içine almış. Ardından garsonu başını tutup masanın altına sokmuş ve hanımının eteklerini kaldırarak koklamasını işaret etmiş.

Cefakâr garson derin derin koklamaya başlamış kadının etek arasını. Kısa bir süre sonra hızla doğrularak Arşimetvari hareketlerle “Buldum, buldum bu adam çiroz salatası istiyor” diye bağıra bağıra mutfağa doğru koşmaya başlamış. Hem koşuyor, hem de “Buldum! Buldum!” diye bağırıyormuş.

Tam mutfak kapısından içeriye girerken kapının yan tarafındaki masada oturan ve kulakları ağır işiten meraklı bir konuk, “Ne istiyor, ne istiyor” diye sormuş garsona. Garson da “Mıncık mıncık mıncıklanmış Çiroz Salatası istiyor” demiş konuğuna. Demiş demiş ama kulakları ağır işiten adam anlayamamış, net olarak duyamamış söylenenleri.

Garsona “Biraz daha bağır, duyamıyorum deyince, garson “Mıncık mıncık mıncıklanmış Çiroz Salatası istiyor” diye bağırmış olanca sesiyle. Kulakları ağır işiten mütecessis konuk yavaşça başını sallayarak “Anladım, anladım bizim Joni “Mıncık Salatası” istiyormuş” demiş yüksek bir sesle.

Mıncık salatası tabirini duyan meyhanedekiler basmışlar kahkahaları ardı ardına. Ardında da bize de bir mıncık salatası getir, bize de diyerek tempo tutmaya başlamış muzip müdavimlerin hemen hepsi. Boşuna dememişler sağır duymazsa uydurur diye…

O günden sonraki günlerde mıncık salatası yakıştırması önce Sarıyer meyhanelerinin müdavimleri arasında konuşulmaya başlanmış, ardından dalga dalga İstanbul’un diğer meyhanelerine yayılmış. 50’li yılların sonu, hatta 60’lı yılların ortalarına kadar mıncık salatası muhabbeti değişik şekillere sokularak hemen her rakı sofrasında konuşulur oldu. Kimileri de bu sevimli öyküyü “Çiroz Salatası’nın Amerikancası” olarak lanse etti.

Gerçekten de neler yaşandı emektar meyhanelerimizde, neler de neler, ne güzellikler…

About The Author

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.