Sait Faik ve yanık pijaması

okuma süresi 4 dakika
A. Esra Yalazan'dan "Sait Faik ve yanık pijaması"na dair.

Kenarları hafifçe kızarmış kayısı renkli bulutların, başıboş serseri çocuklar gibi gökyüzünde dolaştığı bir güz ikindisinde, kuşlarla, balıkçılarla, vapurlarla, ağaçlarla, adasıyla vedalaştığı o hayalet evi görmeye gittim. Zaman o hülyalı günü var gücüyle silmeye çalıştıkça, onun pek güzel anlattığı sıradan anlara dair kısacık şimşek görüntüleriyle aydınlanan hafızamda kalan resimlerden en berrak olanı yatağın üzerine itinayla katlanarak yerleştirilmiş pijamasıydı. Kitapları, el yazmaları, mektupları, çalışma odası, küçük döner kütüphanesi, balıkçıların oltalarına takılan sessiz deniz bakışlı fotoğrafları değil, muhtemelen ütülemeye çalışırken yaktığı mahcup pijamasıydı.

Tedirgin bir dokunuşla hemen uykusundan uyanacak gibi duran o ‘yaralı’ pijama, sahibinin gösterişsiz, sakin ama ihtiraslı hayatına ihanet etmekten çekinir gibi öyle sessizce kıvrılıvermişti yatağın ucuna. Kim bilir, belki de sisin denizi yırtılmış soluk bir tül perde gibi örttüğü serin sonbahar seherlerinde, lodoslu çocukluk rüyalarına ve gizli günahlarına eşlik eden yanık pijamasıyla bahçede bir cigara tellendirip, adanın kır kahvesine yürürken topal martılarla söyleşiyordu hikâyelerinde anlattığı gibi.

Öyle sabahlarda zihninden geçenleri değil, gönülden razı olduğu ‘suskun’ hayattan yüreğine neler sızdığını tahayyül etmeye çalışmıştım çocuğu gibi baktığı vakur ada vapuruyla şehre dönerken. Geçmişi onun kadar incelikli ayrıntılarla hatırlayamıyorum ben. Israrla ‘tabiat ve insan sevgisinden’ söz edenlere inat, insanlardan uzak durmayı seçen bir adamın, dudağının kenarındaki kederli bir tebessüm gibi hayatına sinen yalnızlığını anlamaya çalışıyordum. Sonradan Sait Faik’in sağlam ve narin bir kuş yuvası örer gibi kendiliğinden şiirli mısralarla ölümsüzleştirdiği o basit insanlık hallerini, kurgulamaya bile pek ihtiyaç duymadan yazdığı hikâyelerdeki  eksiklik duygusunu, biraz daha olgunlaşınca tecrübeyle sezer gibi oldum.

Hayatın özündeki çekirdek…

Artık biliyorum galiba. Bu dünyada insanı en çok eksilten, acıtan, yeterince sevilmediğini, istenmediğini hissetmesi ve nihayetinde bu hakikati kabullenirken mahkûm olduğu çaresizlik. Bu anlatmaya çalıştığım derin sarsıntı, sadece aşk gibi hastalıklı durumlarda yaşanmıyor. Hayatın özünde insana ‘devam edebilme’ gücü veren, tabiatta görebildiğimiz bütün renkleri toplayan gökkuşağı gibi tüm farklı duyguları içinde barındıran çok güçlü bir ‘öz’ var sanki. Hiç kırılmayacağını düşündüğümüz o sağlam çekirdek bir kez çatlayınca, duygular birbirine şiddetle çarpıp parçalanan toplar gibi kontrolsüz bir biçimde ruhumuzun dehlizlerine doğru saçılıveriyor. Ve maalesef bu kırılma, bu dünyada yaşayan herkesin en az bir kez başına geliyor. Bu kadar çok insanı birbirinden ayıran, her insanı kendi iç yolculuğunda eşsiz kılan da bu kırılmayla başa çıkarken yaptıkları ve daha ziyade yapamadıkları.

Bazıları hiç öyle bir ‘kırılma’ olmamış gibi davranıyor, bazıları bu acıyı unutmak için kendilerinin bile pek inanmadıkları garip tesellilerle avunuyor. Hakikati olduğu gibi kabullenemeyen bazı ‘meczuplar’ hayatlarını ıssız ve çürütücü bir yalnızlığa adıyor. Bazıları da Sait Faik gibi büsbütün kendisiyle dolu, tabiata sevdalı, dünyaya kızgın, insana merhametli, yazıya tutkun bir hayat sürüyor. “Müşterek kederler, müşterek sevinçler ne kadar azdır” diye tarif ettiği yalnızlığını her seferinde başka türlü anlatabilen yazarın hayatı, tahmin edilebileceği gibi hepten hüzünlü değildi aslında.

İnsanların neden hiç durmadan sevişmediğini bir türlü anlayamayan yazar, hikâyelerinde hep biraz tortularını anlatır aslında, en çıplak haliyle: “Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kadın görmüştüm. Şehvet tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpushane görmüştüm. Kerhane görmüştüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Aç yatmıştım. Sevmiş sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini yitirmiş, gittiğim motorla yine dönmüştüm.”

Bu sonbahar adadaki asırlık ağaçlar, o derin uykuya dalmadan evvel, yazmamak için kendine söz verdiği halde cebinde taşıdığı çakısıyla kalemler yontup koskoca bir hayatın gözü önünde ‘sevip sevilmediğinin’ kaydını tutarak delirmekten kurtulan ölümsüz bir yazar için yine yapraklarını kızartacak mı dersiniz. Hem belki bir mucize olur bu sene; sevdiği eşyalarla her daim konuşmayı özleyen Sait Faik, yazarken sahibini sessizce izleyen yanık pijamasıyla konuşmak için mavi çiçeklerle boyanmış bir sandalla adasına döner, on dört yaşının o toy, bastırılmamış heyecanıyla… Küçük kırmızı ellerini beyaz, denizci pantolonunun delik ceplerine sokup, ‘güneşe yatmış çocuk derisi ağları’ denize fırlatan balıkçı dostlarının oturduğu camları buğulu kahveye doğru yürürken usulca size doğru döner, kamaşan parlak deniz gözleriyle, “Olsun” der, “Yine olsa, yine böyle severdim”.

Yazının şu hali de mevcut: http://aesrayalazan.wordpress.com/2013/05/03/sait-faik-ve-yanik-pijamasi/

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.