Şifa niyetine
okuma süresi 5 dakika“Şifa niyetine” derdi Selma, rakıyı buzsuz içmek ağrıyan boğaza iyi gelirdi. Bir haftadır boğazında belli belirsiz bir ağrı vardı. Ama ilaç alamazdı, o akşam masada içilene eşlik etmeliydi; o gelecekti.
Masada çok fazla meze yoktu ama asıl sorun mezelerin eksikliği değil, masadaki mevcudiyet eksikliğiydi. Garson uzaktan baktı fakat masaya gelmedi. Tanışıktılar, ne o elini kaldırıp garsonu çağırırdı, ne de garson her çeyrek saatte bir masasın başında bitip “Bi’ şey lazım mı abi” diye sorardı. Yine de mezelerin sırasının savılması gerekiyordu, garson elindeki kocaman tepsi ile yaklaştı. Aralarındaki mesafeye istinaden garson tepsideki mezelerden gözünü ayırmadı, dik dik masadakilere bakıp sabırsızlanmadı, sadece bekledi. Cemal ne yiyeceğini biliyordu, bir iki küçük tabağı dikkatlice diğerlerinden ayırıp masaya koydu. Kimseye fark ettirmeden gömleğinin kollarını kontrol etti. O sırada masadaki diğer kişiler bir iki şey daha seçince masa örtüsü meze tabaklarının altına gömüldü. Cemal derin bir “Oh!” çekti, gömleğine meze bulaşmamıştı. Bulaşmamalıydı; o gelecekti.
Daha önce birbirlerini hiç görmemişlerdi. Cemal’e sürekli onu anlatmışlardı, ona da Cemal’i. Birkaç arkadaşının naif çöpçatanlık çabası olmaktan çıkmıştı durum. Cemal hayatındaki her şey gibi bu durumu da çok ciddiye almıştı. En güzel gömleğini giymişti, boğazı ağrımasına rağmen ilaç almamıştı ve mezeler… Mezeleri masaya koyarken gömleğine bulaşmaması için fazladan imtina göstermişti.
Hatta ne kadar içeceğini bile düşünmüş, tasarlamıştı. Bünyesi sağlamdı evelallah, bir büyük rakıyı iki kişi içmişlikleri vardı ama bu akşam o kadar içmemeliydi. Hatırlamadığı şeylerden bahsetmek istemiyordu. Damarlarındaki kanın rengi her griye dönmeye başladığında kirli çıkınından fırlayan eski karısından bahsetmek istemiyordu mesela. Konuşmanın en olmadık yerinde hiddetlenmek de istemiyordu. “İki duble” demişti kendi kendine, daha fazla içmeyecekti. Belki, muhabbet uzarsa bir tek daha içebilirdi. O da anca muntazam kesilmiş elma ve portakallarla birlikte.
O kadar içkiyi içtikten sonra kim dikkat ederdi ki o portakalların nizamına, intizamına? Elmalar hep kabuksuz ve eşit boyda gelirdi. Portakallar ise eşit parçalara bölünürken hiçbir zaman heba olmuş izlenimi vermezdi. Mevsim portakal mevsimi değilse o ballı, muzlu tatlıdan yerlerdi. Akabinde de eğer masada bir kadın yoksa, belden aşağı espriler yaparlardı. Cemal çoğu zaman sessiz kalırdı ama eğer ‘evelallah’ akşamlarından biriyse o da bıyık altından gülerdi.
Cemal’in pos bıyıkları vardı, bundan mütevellit gülüp gülmediğini anlamak biraz zordu. Cemal bilemedi. Cemal bir an için bilemedi. Portakalları ve elmaları düşünürken bıyığında durdu Cemal. Her şey gibi bunu da çok ciddiye aldığı için bıyıklarını kesmişti. Kadınlar ne sever hiç bilememişti Cemal ama o bıyıkları ona hep çocukluğunu geçirdiği köydeki amcalarını hatırlatıyordu. Hem kan bağı olanları hem de olmayanları. Köydeki amcalarını hatırlamak ya da hatırlatmak istemiyordu. Cemal bıyıklarını kesti. Peki ya onun köyde amcaları yoksa? Ya onun amcaları bıyıklı değilse? Bunu düşünmek için çok geçti.
Hiç tanımadığı bir insanı etkilemek için bir şey yapmış olmanın ve hatta belki de bunu yanlış yapmış olmanın tedirginliğini yaşamak istemiyordu. Rakı bardağını kaldırdı ve Orhan’ınkine vurdu. İlk şıngırtıyı her zaman diğerlerinin takip ettiği yegâne yerdi rakı masaları. Daha sonra Yeşim de katıldı bardakların şıngırtısına, ardından Selim ve Selma. Cemal masadakileri saydı, kendinden başlayarak, beş etti. Cemal masadakileri bir daha saydı, kendini en sona bırakarak, yine beş etti.
Nüfus sayımının sağlamasını yaptığında ara sıcakların kararsızlığı masadakilere sirayet etmişti. Doymuşlar mıydı? Ortaya bir iki balık mı söyleselerdi? Ara sıcak yetecek miydi? Ara sıcak söyleyeceklerse ne söyleyeceklerdi? Soru sorma sırası Cemal’e gelmişti: ‘Gelmeyecek mi?’ Orhan ile Yeşim birbirlerine baktılar, ardından Yeşim döndü Selma’ya baktı. Gelmesini bekledikleri kişi Selma ve Yeşim’in ortak arkadaşıydı. Bu rakı masasında ortaklaşan beş kişinin altıncısı olması gerekiyordu gelecek olanın.
Cemal, sanki kötü bir şey var da ona söylemiyorlar hissine kapıldı. Yoksa baştan beri gelmeyecek miydi? Ama gelmeyecek olsa söylerlerdi. Söylerlerdi değil mi? Sorduğu son sorunun çengeli biraz büyük gelip nicelerini peşine takacağının sinyalini verince Yeşim söze girdi “Yok Cemal’ciğim, gelecek. Yani geleceğim dedi. Hay Allah, acaba bir terslik mi oldu, ben bir telefon açayım” dedi ve masadan kalkıp yazar kasanın yanına gitti.
Cemal soluğunu tuttuğunu nice sonra anladı. Nefes almıyordu, Yeşim masadan kalktığından beri 47 yaşındaki Cemal soluk almayı unutmuştu. O gece onun gelmesini çok isteyen Cemal, ciğerindeki bütün havayı bir kerede boşalttı. Yeşim’in mimiklerini okumaya çalışıyordu ama uzak gözlüğü yanında değildi. Ne de olsa gelseydi karşısına oturacaktı, gözlüğe ihtiyacı yoktu. Daha ilk görüşte dudağının kıvrımında kaybolmak istemediği için uzak gözlüğünü yanına almamıştı. Yeşim’in mimiklerinden gecenin ahvalinin tahlilini yapması gerekeceğini nereden bilebilirdi ki!
Yeşim süngüsü düşmüş bir şekilde masaya döndü. Aynı seremoni bir daha tekrarlandı; önce Orhan’a ardından Selma’ya baktı. Destek mi bekliyordu yoksa tasdik mi bir türlü anlamadı. Anlamayışı ile Yeşim’in lafa girişinin arasında köye gitti, amcalarının bıyıklarına yakından baktı, mutfağa girdi elmaları muntazam kesen garsonları izledi, rakının tüm vücudunu nasıl uyuşturduğunu dinledi. Yeşim’in sesini duydu çok uzaklardan “Annesi ile konuştum, sözlüsü ile Nişantaşı’na gitmişler” dedi. Cemal belli belirsiz Selim’in Yeşim’e dönüp “Sözlüsü mü? Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz” diye sorduğunu işitti. Ne de olsa erkek bir arkadaşının gururu söz konusuydu. Yeşim’in gevelediğini duydu: ‘Ama bize bundan hiç bahsetmedi, biz de anlamadık.’
Cemal. 47 yaşındaki Cemal, az önce almayı unuttuğu nefesin hepsini bir kerede aldı ve olanca sesiyle garsona seslendi: “Garson! Bak buraya! Bana buz getir!”