Tatilin getirdiği

okuma süresi 6 dakika
Genç öykücümüz Semih Öztürk, bu defa "âşık olduğu için kulağı kızaran" birini anlatıyor. Kolundaki alçıya imza attıran herkesi de davet ediyor. Nereye? Öyküye.

Karnelerimizi alıp yaz tatiline ayrılışımız bir film şeridi gibi geçti gitti gözlerimin önünden. Frenleri boşalan bir otomobilin yokuş aşağıya çaresizce savruluşu gibi, rüyanın en güzel yerinde uyandırılmak ya da televizyondaki filmde öpüşme sahnesi çıktığı zaman babanın kanalı değiştirmesi gibi. Kendimi kuyunun dibine bir türlü ulaşamayan şekilsiz bir taş parçası gibi hissediyordum. Okulların dağılmasıyla birlikte bağdan boşalan köpeklere dönecektim, nereye saldıracağımı şaşıracağımdan adım gibi emindim. Çünkü tatil demek şehri terk etmek demekti ve her çekirdek ailenin yaptığını gibi biz de çok lazımmış gibi erkenden köyün yolunu tutacaktık. Köy demek denize girememek demektir. Bu kadar basit…

Teşekkür Belgesi almıştım o dönem. Bütün yaz rahat edeceğimi düşünüyor, keyfin dibine vurabilme ihtimalini göz ardı etmeden heyecanımı canlı tutmaya çalışıyordum. O gazla cebimdeki son parayla arkadaşlara tost bile ısmarlamıştım. Yakalıklarımızı birbirimize imzalatmıştık sınıftakilerle. Toplu fotoğraf çekinmiştik. Seneye hepimiz takım elbiseli birer ortaokullu olacaktık. ‘’Karne günü isteyen serbest kıyafetle gelebilir çocuklar.’’ demişti sınıf öğretmenimiz Ayla. Yumuşacık sesi, kahverengi saçları, bal rengi gözleri vardı. Ne kadar da güzel ‘’çocuklar’’ diyordu öyle. Hepimize veda mektubu yazmıştı okulun son günü. Kırtasiyede fotokopiyle çoğaltıp birer tane almıştık. Hiç kızdığını görmemiştim, sanki doğuştan mutluydu. Hep gülümserdi. Bir şey anlatırken başını hafifçe yana yatırır, gözlerinin içine baka baka konuşurdu insanın. Kaç kere başım önde dinlemiştim onu, utancımdan.

Karnemdeki notların güzelliği, bir de Teşekkür Belgesi alışım Lütfü dedem hariç herkesi mutlu etmişti. Daha ilk günden ‘’Mektebe ne zaman gideceksin?’’, ‘’Cüzün var mı cüzün?’’,  ‘’Bütün köyün çocukları geçti sen hala geçemedin Kur’an’a.’’ diyerek başımın etini yemeye başlamıştı. Kur’an öğrenmem daha faydalıymış, karnedeki notlar fani işler içinmiş, yarın öbür gün ölüp giderse başında kim yasin okuyacakmış, ayıp denen bir şey varmış. Sanki bana güvenip ölüyorsun, kim okuyacaksa okusun bana ne!

Dedemin dırdırı biraz olsun dursun diye gitmek zorunda kaldım mektebe. ‘’E git bari oğlum arkadaşlarınla, hem deden harçlık da verecekmiş sana üç aylığından.’’ En son söylediğine babam kendisi de inanmamıştı.  Mecburen gittim. Her sabah saat sekiz gibi uyanıp evden çıkıyor, evi yol üzerinde olan çocukları toplayarak mektebe yollanıyordum. Melih’in ekmeğinin arasında tulum peyniri, Samet’in ekmeğinin arasında haşlanmış yumurta, benim ekmeğimin arasında ise genellikle domates ve salatalık oluyordu. Samet, ağzı yumurta koktuğu için imam tarafından arkadaşlarımızın önünde rencide ediliyor, rahlenin bir metre gerisinde oturması özellikle tembihleniyordu. Temizliğin imandan geldiğini vurgulayan imam, kendi sigara kokusundan bir haber atıp tutuyordu. Samet’in içten içe imama karşı bilendiğini hissedebiliyordum. ‘’Bıçaklayacağım ben bu herifi. Ne yapayım seviyorum ekmek arası yumurtayı. Kokuyorsa kokuyor!’’

Günler ağır usul ilerlerken, yaz mevsimi içten içe tembelliğimize göz kırpıyordu. İnsanın ne eli kalkıyor ne de ayakları adım atabiliyordu. Misafir odasındaki divana uzanmış uyumaya çalışıyordum. Öğle güneşi dönmüştü, benim olduğum odaya vurmuyordu. Ellerim ensemde, bacak bacak üstüne atmış tavanda birbirinin sırtına çıkmaya çalışan sinekleri izliyordum. Havadaki nem insanda keyif falan bırakmıyordu. Tavanda uçuşan sinek dişisini tam yakalamıştı ki zil çaldı. Gittim açtım, gelen Samet’ti. Saat üçte aşağı köyün çocuklarıyla kolasına maç ayarlanmış, imamın oğlu karşı takımda oynayacakmış, intikam almak için iyi bir fırsatmış, bendeki fazla ayakkabıyı kendisine verebilir miymişim, kaleci eldiveni lazımmış, kışlık kar eldiveni olsa da olurmuş.  Orta saha oyuncusu muyum malzemeci mi! ‘’Tamam sen git ben hazırlanıp gelirim birazdan.’’ diyerek kapattım kapıyı. Beyaz faniladan yaptığım formayı çıkarttım divanın altındaki seleden. Köy yerinde kolasına yapılan maç, dünya kupasında final oynamak gibi bir şey olduğu için özenle hazırlanıp öyle çıktım evden.

Çok güzel bir oyun sergilemiştik. Maçı yedi dört kazanarak kolayı kazanmasına kazanmıştık ama oyunun son dakikalarına doğru, kaleci Ömer ve defansta duran Ragıp’ın evden getirdiğim suyu iştahla içtiğini görünce sinir beynime sıçradı. Maç bitip herkes dağılınca açtım ağzımı yumdum gözümü.

’’Lan bidona ağzınızı dayayarak içmeyin şu suyu diye kaç kere söyledim ben size?‘’

‘’Neremizi dayayalım lan, iyi ki bir suyun varmış. Al suyun kadar konuş.’’

‘’O elini kolunu indir Ragıp! Hem suçlu hem güçlü şuna bak!’’

‘’Zaten senin yüzünden yedik o kadar golü. Biz burada yırtınalım sen ileride artistlik yap. Bir de kalkıp içtiğimiz suya laf et.’’

Sanki yediğimiz hatalı gollerin suçlusu benmişim gibi bir şekilde üste çıkmaya çalıştılar ve başardılar. Sonuç olarak yendik mi yendik, laf yapmaya ne gerek var? ‘’Ben orta saha oyuncusuyum oğlum, ne işim var defansta. Atağa destek olmam lazım, herkes mevkiisini bilsin ona göre oynasın! Ben sizin maaşlı topçunuz muyum lan yavşaklar!’’ Gaza gelerek başladığım konuşmanın sonunda ettiğim laf kimsenin hoşuna gitmedi. Takım arkadaşlarım tarafından tartaklandım. Boğuşma sırasında sağ kolum bileğimden kırılınca neye uğradığımı şaşırdım. Tepemde binlerce yıldız, içimde tarifsiz bir sızı, ziyan olduğunu düşündüğüm koca yaz tatili… Sadece küfür ediyordum. Sebep olanlarsa bıyık altından gülüyor, kazandıkları kolayı bir an önce içmek için sabırsızlanıyorlardı. Kolaya para katmadığım halde haram zıkkım ettim. Tatil başlayalı iki hafta olmuştu ve ben köydeydim. Üstelik kolum da kırılmıştı.

Bütün yaz oradan oraya sürüklenerek geçti gitti. Ne bir kitap yüzü açtım ne iki soru çözdüm. Sonuçta üç yıl sonra lise sınavları vardı, annem şimdiden söylenmeye başlamıştı. Misafir odasındaki divana sırt üstü uzanmıştım, dışarıda yağmur çiseliyordu. Yazın sonu gelmişti. Kolumdaki alçı bir ay boyunca öylece durdu. Üzerinde imza atılmadık tek bir boşluk bile kalmamıştı. Neye uğradığımı şaşırmıştım, tatilin en güzel günleri ziyan olup gitmişti.  Yeniden erken yatıp erken kalkma zamanları yaklaşıyordu. Takım elbisemi almıştık, ceket üstüme bir beden büyüktü, neredeyse dizlerime geliyordu, bir garip olmuştum. Okul vaktine kadar alışayım diye dedem götürüp subay tıraşı yaptırmıştı, itiraz edememiştim. Kafamdaki saçlar badana fırçasını andırıyordu, ensem adeta yangın yeriydi. Acaba okulun ilk günü hangi enayi sırtında çantayla gelecek diye düşünmeye başlamıştım. Yeni ayakkabıma ‘’siftah’’ diyerek basan şanslı kişinin ağzının ortasına sağlam bir tokat yerleştirmeyi planlıyordum. Sonra birden Ayla öğretmen geldi aklıma. Sanki sesi kulağımın dibindeydi, sanki bir soru soracak ve ben yine utancımdan cevap veremeyecektim. Köydeyken Samet’e biraz bahsetmiştim bu meseleden. ‘’Düpedüz âşık olmuşsun oğlum işte. Yoksa neden kulakların kızarsın.’’ İnsan âşık olunca kulakları kızarıyormuş.

Canım sıkılmaya başlamıştı. Ben âşık oluyordum, tavandaki sinekler birbirlerinin sırtına çıkmaya çalışıyordu.

 

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.