Televizyondan bir House geçti
okuma süresi 5 dakikaTelevizyon tarihinin en hatırda kalacak karakterlerinden birisi kimdir diye sorsak şüphesiz, insan sevmeyen, kimseye güvenmeyen, bilmecesever, huysuz, kuralsız, çoğu zaman sinir bozucu fakat bir o kadar da dehasına hayran bırakan, ağrı kesici bağımlısı tanı uzmanı doktor Gregory House çoğumuzun aklına gelen ilk isimlerden biri olur. Adını da bu akıllarımıza fena halde yerleşen karakterden alan House M.D. 2004’ten 2012’ye kadar 8 sezon sürdü ve hemen hemen her bölümü, biz Houseseverler için defalarca izlenebilir nitelikte. Dozunda drama, dozunda mizah, dozunda bilmece, dozunda mesaj.
House M.D. izlemeyen dizisever kalmış mıdır bilemiyorum. (Kaldıysa da kendisine “ben ne biçim bir dizi izleyicisiyim?” diye sormasını şiddetle tavsiye ediyorum.) Onun için bu defa diziyi öyle uzun uzun anlatmayacağım. Kısaca, tahammül edilmesi bir hayli güç bir doktorun etrafında geçiyor dizi. Ne olduğu anlaşılmayan hastalıklara tanı koyan bir ekibin başında yer alıyor Doktor House. Her bölüm başka bir hastayla buluşuyoruz, dolayısıyla aslında bir dedektiflik hikâyesi gibi ilerliyor bölümler. Zaten House yaratılırken de Sherlock Holmes’dan esinlenilmiş, Sherlock Holmes’un Dr. Watson’ı da House’un Dr. Wilson’ı olarak çıkıyor karşımıza. Genellikle bu tip uyarlamalarda görülen çiğliklerin hiçbiri House M.D.’de yok tabii ki, boşuna övmüyoruz bu kadar. House her ne kadar Holmes’dan doğmuş olsa da, benzer ama bir yönüyle bambaşka bir keyif veriyor izleyiciye.
Ha, peşin peşin söyleyelim, bugün bazı dizilerin birtakım formüllere dayanması eleştiriliyor; her bölüm aynı formüllerle yaratılan hikâyelerin kendini tekrardan başka bir şey ifade etmediği ve pek de bir yaratıcılık taşımadığı da aşikâr elbette. Buradan baktığımızda House M.D. formüllü dizilerin şahı desek yeridir. En nihayetinde her bölüm ne olduğu belirlenemeyen bir hastalıkla karşılaşıyoruz ve her bölüm hemen hemen aynı yöntemlerle çözüme erişiliyor. Ama bunun, yani House’un formüller üzerine kuruluşunun House özelinde hiçbir önemi yok. Neden? Çünkü House o formülle çözülen vakaların yanında televizyonlarda alışık olmadığımız bir sürü şey gösterdi bize. House’u House yapan ve bir diziye bu kadar bağlanmamızı sağlayan şey de zaten, her bölüm çözülen hastalıklardan ziyade, dizideki karakterlerin, tabii ki genellikle House’un çarpıcılığı. Yani ilk bakışta, her bölüm ayrı olay dizisi gibi görünse de, aslında toplamda karakterlerin devamlılığından ve motivasyonlarından etkileniyoruz çoğunlukla.
House’un bana göre ilk etapta en ilgi çekici özelliklerinden birisi televizyonda ilk defa baş karakterin ateist olmasıydı. (İlk defa diyorum ama tabi ki yanılıyor olabilirim, fakat bildiğim kadarıyla dinsiz imansız ve “kötü adam” olmayan bir dizi başkarakteri daha önce pek rastladığımız bir şey değildi.) House herhangi bir tanrıya inanmamakla kalmıyor, aynı zamanda her fırsatta din kavramını çürütmeye çalışıyordu. Hemen hemen her yabancı dizide “yolunu kaybedenlerin” mutlaka kiliseyle “barışmaları”nı vurgulayan pek duygusal sahnelere rastlıyorken, bu öyle pek sık rastlayacağımız bir şey değil belli ki. Ve House’un yıktığı tek klişe de bu değildi üstelik.
İnsanların, istisnasız, güvenilmez olduğunu söylüyordu House M.D. Hatta dizinin mottosu -“Houseizm”in temel düsturu- “Herkes yalan söyler” idi. Masal anlatmıyor, insanlığı yüceltmiyor, onu olduğu gibi kabul ediyor, beklentiyi düşük tutuyordu. En nihayetinde insanız, ve bu aslında o kadar da şahane bir şey değil. House’un da dediği gibi, “insanlık abartılıyor”.
Sonra fiziksel acının aslında ne kadar hayatı paramparça eden bir şey olduğunu söylüyordu House ki bu da pek alışıldık bir şey değil. Hani filmlerde, dizilerde ve kitaplarda hep aynı hikâye anlatılır ya, fiziksel acı o kadar da mühim değil, insanın ruhunun çektiği acı en fenasıdır… İşte insanın ruhunun, bedeninden ayrı olmadığını anlatıyordu House; romantizme gerek yok, fiziksel acıyı küçümsemek dünyanın en saçma şeylerinden biri değil mi?
İlk sezonun ilk bölümünde artık tedaviden sıkılan, daha fazla ilaç istemeyen hasta House’a “artık eve gidip en azından başı dik ölmek istediğini” söyler. House cevap verir: “Öyle bir şey olamaz. Bedenlerimiz arızalanır, Bazen 90 yaşında, bazen annemizin karnında. Ama her zaman arızalanır. Asalet bunun neresinde Yürüyememen, görememen, kıçını silememen önemli değil. Ölmek her zaman çirkindir, her zaman. Başımız dik yaşayabiliriz, ama ölemeyiz.”
İkinci sezonun ilk bölümündeyse yakında idam edilecek bir hastayı tedavi etmeye çalışan House’a ekibinden “Adam zaten idam edilecek, vaktimizi daha faydalı bir şeye harcasak?” gibi bir tepki gelir. House’un cevabıysa bir tür adalet dersi niteliğindedir: “Hangisi tedavi edilmeyi daha çok hak ediyor? Karısını aldatan mı yoksa öldüren mi? Peki ya, çocuk tacizcisi birine ne dersin? İyi bir insan olmadığı çok açık ortada, fakat kimseyi öldürmedi. Antibiyotik alabilir, MR çektiremez? Peki, araba hırsızını hangi tedaviden mahrum bırakırdın? En iyisi siz insanların işledikleri suçlara göre hangi tedavilerden yoksun bırakılacaklarının listesini çıkarın.”
Tabii gerçek hayatta karşımıza House gibi bir doktor çıksa ne yaparız bilemem. Hastaneyi dava etmemiz, tedavinin yarısında “yeter be” dememiz, ortalığı birbirine katmamız gayet muhtemel. Tabii burada House’un her zaman sorduğu “Ölürken yanında olup elini tutan, sana destek olan bir doktor mu istersin yoksa senin ne hissettiğini umursamayan ama seni iyileştiren bir doktor mu?” sorusu devreye giriyor. Ki ben mümkünse, hem ne hissettiğimi anlayıp bana destek olan hem de beni iyileştirebilen bir doktor isterim. E çünkü mantıklı olan bu. Ama işte, o kadar kusur House’da da olsun, ne yapalım.