Umut, Fevzi ve Beşiktaş
okuma süresi 4 dakikaAhmet Dursun’un attığı golle 2-1 galip geldiğimiz Kocaelispor maçı sayesinde tanıştık Umut’la. Sessiz sedasız, hiçbir şey söylemeden geldi yanıma. Yüzü gülüyordu. İkinci haftasıydı ligin ama takım ışık saçıyordu. Bir tek Umut’un değil, gördüğüm bütün Beşiktaşlıların yüzü gülüyordu. Bu sene İnönü’ye, maça gitmem şart diye düşünüyordum. Gurbette olan bütün Beşiktaşlılar aynı şeyi düşünüyordu o sene. 2002 senesi. Umut’la tanıştığımız sene. İzmir henüz soğumamıştı.
Umut’la bir kahvehanede tanıştık. Her hafta maç izlemeye gittiğim yer. Dedim ya, sessiz sedasız geldi yanıma. Oturdu masaya. Bir çay söyledi. Maçı birlikte izledik. Ahmet’in golünde sarıldık birbirimize. Çıkışta da bir köfteciye gittik. Her ısırıktan önce kendimden bahsettim, o susmayı tercih etti. Hep susuyordu. Susması sorun değildi. Hakkında bir şey bilmesem de yanımda olması huzur veriyordu bana. Otobüse bindiğimde hemen müzik çalara sarılmıyordum artık. Müzik dinlemek yerine onunla konuşuyordum. O benimle konuşmuyordu.
Bir gece terler içerisinde uyandım. Uyanır uyanmaz Umut’u aradım. Sadece nefes alıp verişini duyuyordum. Alo, bile dememişti telefonu açtığında. Gördüğüm korkunç rüyadan bahsettim. Rüya da denilemez gerçi. Düpedüz kâbustu. Gerçekleşebilecek bir olayı, karşılaşabileceğim bir insanı görmemiştim. Etrafımdaki insanlara dair bir şey de yoktu gördüklerimde. Kaleci Fevzi’nin 2000 senesinde ıskaladığı topu gördüm. Galatasaray maçıydı. Fevzi’nin savurduğu tekme topun yanından sıyrılıp geçmişti yine rüyamda. Yüzü gülüyordu topun. Ben ağladıkça top gülüyordu. Fevzi kadar ağlayamadım ama çok ağladım. Umut bir şey söylemedi.
Onunla tanıştığım günden beri işlerim yolunda gidiyordu. Sevdiğim kadın aşkıma karşılık verdi bir akşamüstü. Artık elini tutup, yüzünü okşayıp, saçlarıyla oynayabilecektim. Alsancak’ta çimlere oturup doyasıya öpüşebilecektik. Onu korkmadan sevebilecektim. Bunu Umut’a anlattığımda gülümsedi. O da sevinmişti besbelli. Gri merdivenlere benzeyen hayatımı gökkuşağı renklerine boyamıştı bu kadın. Her şey ne kadar da güzeldi.
Sevgilim olduktan sonra Umut’u unuttum. Arayıp sormadım. Artık kâbuslar yerine, güzel rüyalar görüyor, bunu da sevgilime anlatıyordum uyanır uyanmaz. Otobüste yalnız kalınca yine müzik çalarıma sarılıyordum ama en güzel aşk şarkılarını dinliyordum. Aşkın frekansı benden soruluyordu. Beşiktaş maçlarını kahvelerde değil, güzel ve şık mekânlarda izliyordum. Huzurum yerindeydi. Onu aramıyordu kalbim. Ne ruhum, ne de bedenim. Artık yanında yürümekten huzur duyduğum bir başkası vardı.
Biricik sevgilim halasının yanına, Tekirdağ’a gittiğinde Diyarbakır Spor maçını kahvehanede izlemek zorunda kaldım. Her zaman oturduğum yer kapılmıştı. Başka masa buldum kendime şanlı Beşiktaş’ı izlemek için. Televizyonu karşıdan görmüyordu ama idare ederdi işte. Maç başladıktan on dakika sonra Umut geldi. Yüzüme bile bakmadan geçti yanımdan. Arka taraflarda bir masaya oturdu. Maç boyunca onu düşündüm. Biraz utandım kendimden, çokça sorguladım kendimi. Bu kederli düşüncelere bir de yediğimiz gol eklenince, efkârım tavan yaptı. Maçı 1-0 kaybettik. Bu 100. yılımızda alacağımız tek mağlubiyet olacaktı. Maç sonunda Umut’un yanına gittim. Yine konuşmadı. Bu sefer ben de konuşamadım. Konuşmaya yüz bulamadım.
İki gün sonra Tekirdağ’dan telefon geldi. Sevgilim orada bir başkasına âşık olmuş. Artık benimle görüşmek istemediğini söyledi hiç utanmadan. Böylesine açık sözlü bir ayrılığı kaldıracak durumda değildim. Kendimi alkole verdim. Umut’u aradım, telefonlarıma çıkmadı. Mesaj attım, cevap yazmadı. Olsa olsa mahallenin yukarısındaki parktadır diye düşünüp oraya gittim. Bir bankta tek başına oturmuş önüne bakıyordu. “Hayrola Umut?” dedim. Yüzünü kaldırıp bana baktı. Yanına oturdum bakışlarından aldığım cesaretle. Konuşmadan öylece durduk. “Kalk gel Konak’a gidelim, döner ısmarlarım sana” dedim. Ayağa kalktı. Parktan yola doğru yürüdük. Yoldan bir taksi çevirip bindik. Kısa süre içinde Konak’a vardık.
İner inmez dönerci aradı gözlerim. Pasajların olduğu yere doğru yürüdüm. Saat kulesine bakıyordu Umut. Gözlerini hiç ayırmadan saat kulesine bakıyordu. Sanki zamana bağlıydı eli kolu. Kolunda saat taşımayan Umut, şimdi neden böyle yapıyordu? Beşiktaş’ın maçına daha dört gün vardı. “Her neyse,” dedim içimden. Biraz daha yürüdük. Bulduğumuz ilk dönerciye yanaştık yavaş adımlarla. İki döner söyledim. Umut yandaki dükkânın vitrinini inceliyordu. Dönerci dönerleri verdi nihayet. Umut’un yarım ekmeğini vermek için döndüm ama onu göremedim. Aradım taradım etrafı dikkatlice ama Umut yoktu. Her şeyden önemlisi umut da yoktu. Haklıydı çekip gitmekte. Sevgilim de bir başkasının kollarındaydı. Yine de başımdan aşağı terler boşalmasına sebep olan düşünce bu değildi. Ve şimdi, kaleci Fevzi’nin topa savurmak istediği tekme kalbime isabet etmişti sanki.