“Yedi tepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü”
okuma süresi 6 dakikaİstanbul, kelime olarak bile o kadar büyük ki, insan söze nereden gireceğini tam kestiremiyor. İmgesi, kendisi kadar böyle büyük kaç şehir var dünyada, tartışılır. Muhtemelen bir elin parmakları kadardır. Rakı Ansiklopedisi’ne kulak verelim:
“19. yüzyılın sonlarında, Londra ve Paris’in modern kentleşme ölçütleri içinde serpilip gelişmeye başladığı Belle Epoque dönemi başlamadan önce, dünyada metropol niteliğine sahip tek şehrin İstanbul olduğu söylenir. Bilinen en eski insan yerleşimlerini barındıran İstanbul, kıtaları, coğrafyaları, uygarlıkları, kültürleri yüzyıllardır buluşturan, kaynaştıran, hemhal eden bir şehir olarak, doğrusu bu sıfatı fazlasıyla hak eder.”
Nâzım Hikmet, 15 Mart 1956’da Moskova’da bir şiir yazdı. Adı “Karlı Kayın Ormanı” olan bu şiirin şairi Nâzım Hikmet, İstanbul’dan cebren gönderilmişti. “İlikte hissetmek” diye bir şey icat edilmeseydi, onu şairimiz bulurdu. Memleket hasretini iliklerinden hisseden Nâzım Hikmet, gonca gülünü yedi tepeli şehrinde bırakmıştı. Ve Varna’dan ve Moskova’dan muttasıl İstanbul’a sesleniyordu. Bağırıyordu. Bazan nara, bazan fısıltıyla.
“Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhane Parkı’nda/ Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında” dizelerinin aslına rücu ettiği bir zamanı tecrübe etti İstanbul 2013’te. 31 Mayıs’la beraber başlayan ve “Gezi’den dünyaya doğru giden bir tramvaya” sebep olan ağaçlar, Nâzım’ın dizeleriyle bütünlendi. İstanbul, tarihi boyunca şahit olduğu birçok şeyin yanına koydu Gezi’yi de.
Sadece böyle anılacak bir memleket değil İstanbul, elbet. Her şeyin “çok uzun zaman”dır sürdüğü, imparatorluklara yıllarca başkentlik yapmış, çok müstesna, çok heyecan verici bir şehirden söz ediyoruz. Neredeyse “şehir” kelimesinin yerine geçmiş, bir cins isim olmuş bir şehirden.
Meyhane deyince akla İstanbul’un gelişine şaşıran var mı? Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devrolunmuş, büyümüş, dönüşmüş bir meyhane ve gastronomi geleneği var İstanbul’un. Ve o meyhanelerin etrafında oluşmuş devasa bir “mey tarihi”ne.
İlber Ortaylı’nın İstanbul’dan Sayfalar’ına bakıyoruz (Hil Yayın, Ekim 1987). “İstanbul’un Meyhaneleri” başlıklı bölümde tafsilatlı bilgi veren Ortaylı, Evliyâ Çelebi’nin meyhaneciler için “esnaf-ı melûnan-ı menhusan” (lanetli uğursuzlar olarak kınanan esnaf) deyimini kullandığını aktarıyor. Doğu edebiyatının bir bakışla “meyhane övgüsü”yle dolu olduğunu belirten yazar, bunu Batı edebiyatında bulamayacağımızı söylüyor. Ve İranlı Şeyh Bahauddin-i Amilî’den alıntılıyor: “Ez meygede hem besui Hak rahi est” (Meyhaneden Tanrı’ya yol vardır).
Tabii ki ki İstanbul ve meyhane deyince, bolca içki yasağına rastlanır. Osmanlı’da Müslüman ahalinin meyhanecilik yapması yasaktı. Rakı Ansiklopedisi’nden öğrendiğimiz kadarıyla, rakının halk arasında yaygınlaşması 17. yüzyıldan sonraya rastlar. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nin “meyhaneler” maddesinde, İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet döneminden (1451-1481) bu yana meyhanelerin bulunduğu ve bunların Bizans döneminden kalmış oldukları bilgisiyle karşılaşıyoruz. Latifî, 16. yüzyılda İstanbul meyhanelerinin Tahtakale’de toplandığını, Galata’nın ise “serapa meyhane” olduğunu Evsâf-ı İstanbul isimli eserinde belirtiyor.
Vefa Zat, Eski İstanbul Meyhaneleri isimli kitabında Osmanlı için meyhanelerin büyük bir gelir kapısı olduğunu aktarıyor. Galata Domuzkapısı Sokağı’nda bulunan “Hamr Emaneti”, o dönemde sadece Galata’da bulunan 200 kadar meyhanenin vergisiyle epey bayındır durumda olmalıdır. Evliyâ Çelebi’nin aktardığı bazı meyhane isimleri ise şöyle: Kefeli, Manyalı, Mihalaki, Kaşkaval, Sünbüllü, Konstantin ve Taşmerdiven.
Gedikli meyhanelerden, klasik meyhanelere, oradan da günümüz meyhane düzenine ulaşan ve arada birçok “yol kazası” yaşayan, birçok yeniliğe ayak uydurmak zorunda kalan İstanbul meyhaneleri, bu yedi tepeli şehre halen anason kokusunu zarafetle yaymaya devam ediyor.
Bu coğrafyanın tamamında bir “muhabbet aracı” olan rakının yasaklarla başının belada olduğu gerçeğini tekrar anımsatmaya gerek yok. Bu yasakların yanında, “rakının bozulması” gibi bir durum da vardır ki, bugünden bakınca sadece mizahın konusu olacakmış gibi durur. Oysa, gayet “ciddi” biçimde insanlar rakının bozulduğunu düşünüp, 1974’te Taksim’de “rakı kuyruğu” oluşturmuştur.
Rakı Ansiklopedisi’nden aktarıyorum:
“Tekel Alkollü İçkiler Müessesesi 80’li yılların sonunda anason stok politikasını değiştirmiş ve yedekte bir yıllık sabit stok tutacak şekilde anason alımı yapmaya başlamıştı. Ancak bu döneme kadar yaşanan darboğaz yılları, rakı tüketicisini epeyce kızdırmış; yine bu dönemlerde pek çok şehir efsanesi türetilmişti. Kimi zaman, şişe üreticisinin kendi kalite denetimi amacıyla rakı şişesinin altına koyduğu kalıp numaraları dahi, rakı seçimine kriter oluyordu. Serbest piyasa modeline geçtikten sonra, Türkiye’de rakı üretimi açısından kapasite fazlası oluşmuştur ve gerek ürün çeşitliliği gerekse kalite standardizasyonu açısından büyük mesafe kaydedilmiştir.”
Tarih boyunca birçok kere başkentlik yapmış olan İstanbul için kolaylıkla “rakının başkenti” denebilir. Bugünlerde “kavganın şehri” olan İstanbul’dan, yedi tepeli bu şehirden, İstanbul hasretiyle ölen Nâzım’a bir kadeh kaldırılmaz mı dersiniz?
Bekri Mustafa
Büyük olasılıkla 17. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış, içkiciliği, hazırcevaplığı, nükteleri, içki yasaklarına karşı duruşuyla ünlenmiş ve ismi iyi içicilere simge olmuş İstanbul’un ünlü ayyaşı. Yaşamı hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır. Evliya Çelebi, ünlü Karagöz oyuncusu Kör Hasanzade Mehmet Çelebi’yi anlatırken onun çok güzel zenne, Bekri Mustafa ve kör Arap dilenci taklidi yaptığını söylemektedir.
Bugün hâlâ halk arasında anlatılan Bekri Mustafa fıkralarında başat öğe içki yasağı ve Bekri Mustafa’nın buna karşı çıkmasıdır. Bu fıkraların birçoğunda kendi içmesine rağmen sert bir içki yasağı uygulayan IV. Murat figürüne de rastlanması, Bekri Mustafa’nın yaşadığı döneme dair ipuçları vermektedir. Bekri Mustafa, İstanbul folkloruna ait bir kişidir. Fıkralarında mekân hep İstanbul’dur.
Cüce Simon
(1899-1966) Asıl adı Simon Sevsay; bir dönem İstanbul’un renkli simaları arasına giren tiyatro ve sinema oyuncusu, Beyoğlu’nun popüler milli piyango satıcısı.
Cüce Simon meyhane müdavimleri için uğur demekti. Onun küçücük ellerinden piyango çekmek, rakının parlattığı çakırkeyifle espriler yapan müşterilere umut verirdi. Meyhaneleri tek tek dolaşır, girdiği yerde neşe dalgası estirir, ona takılanlara laf yetiştirip incecik sesiyle hatıralarını anlatırdı. Elinden eksik etmediği bastonuyla halkın sempatisini kazanmıştı.
Gazete ve dergiler sayesinde kısa sürede popüler bir piyangocu oldu. Dönemin öteki popüler piyangocusu, 2,05’lik dev adam Uzun Ömer ile arasındaki dostluk basının ilgisini çekmişti. Falih Rıfkı Atay, Peyami Safa gibi önemli yazarlar köşelerinde Cüce Simon’dan bahsederek onun ününe ün kattı.
Etraf‘ın Temmuz nüshasında yayımlanmıştır.