Yalancı Ruh Doğrucu Beden
okuma süresi 3 dakika“Gözler yalan söylemez” klişesi aslında gerçekmiş, biz yalan söylesek de bedenimiz bu konuda pek de başarılı değilmiş. Beden dili denilen şey, aslında pek mühimmiş. İşte bunları hep Lie To Me’den öğrendik.
Lie To Me de zamansız biten dizilerden oldu. Aslında belki de çok da zamansız değildi bitişi, ona birazdan değinelim. Dizi hakkında söylenecek ilk şey sanırım “Başrolünde Tim Roth var” olur, çünkü kendisi çok şahane. Daha önce özellikle Tarantino filmlerinden tanıdığımız bu abimizin başrolünde oynadığı ilk diziydi Lie To Me. Sırf Tim Roth’un yüzü suyu hürmetine bile izlenir diziler kategorisine girmeli bana kalırsa. Ha tek olayı Tim Roth muydu peki? derseniz, değil tabii, değil ama, olayının çoğu Tim Roth desek yalancı çıkmayız herhalde.
Hikâyede Tim Roth’un canlandırdığı Cal Lightman bir yalan uzmanı. Yalan uzmanı da neymiş diyecek olursanız, beden dili ve mikro ifade analisti de diyebiliriz sanıyorum. Ekibiyle birlikte genellikle FBI’a çalışıyor ve birtakım kriminal davalarda kimin yalan söylediğini tespit ederek gerçek suçlunun ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Bir tür yalan makinesi yani. İlk bölümünde yalan makinelerinin neden yararsız olduğunu açıklıyor size, stres gibi faktörler yalan makinesinden çıkan sonuçları etkilerken, insanın mimiklerinin, beden dilinin bilimsel analizi hemen hemen hiç yanılmıyor.
Tabii ana karakter olan Cal Lightman, bu tip dizilerde sık sık rastladığımız üzere, oldukça arıza bir tip. Ukala, kendini beğenmiş, huysuz ama tahmin edeceğiniz üzere vazgeçilmeyecek kadar iyi bir uzman. Şimdi, bu klişelerden sıkıldık biraz, orası doğru. Huysuz ama hayranlık uyandıran bir adam, onun yanına kendinden emin, oturaklı, adamın kıymet verdiği ama aralarındaki bağın bir türlü bir aşk ilişkisine dönüşemediği güzel bir kadın, yanlarında çalışan bir iki genç… Bu karakterler zaten sanki bir tür formülden çıkmış gibi, son yıllarda ziyadesiyle gördüğümüz ve dolayısıyla artık ilginçlikleri de pek ilginç gelmeyen tipler. (Tabii ki bu konuda başı House çekiyordu, ama ona başka bir yazıda değinelim.) Dolayısıyla Lie To Me daha baştan bir formülle başlıyordu hayatına, ve konusu ve karakterleri itibariyle de başka formüllerle devam etmek zorunda kalıyordu.
Dizinin ana odağı olan yalanı ortaya çıkaran beden dili formülleri oldukça ilgi çekiciydi aslında. Mesela bir insanın gerçekten şaşırdığında verdiği mimiksel tepkinin en fazla bir saniye sürdüğünü öğrendik, yani uzun süreli şaşırmalı mimikler yalan söylendiğinin, yalan yere şaşkınlığın bir ipucuydu. Sonra yalan söylemek konusunda ne kadar usta olursak olalım, bedenimizin saniyenin yirmi beşte biri kadar kısacık bir anlığına da olsa gerçek hislerimizi mikro ifadelerle yansıttığını öğrendik. Mikro ifadelerin üzerinde durulması da son derece ilginçti. Tiksintinin, öfkenin, sevginin, suçluluğun ve diğer hislerin mikro ifadelerle yansıtılmasına hayret ettik, hatta gündelik hayatımızda da yakalayabilir miyiz mikro ifadeleri diye düşündük zaman zaman. Ama işte en nihayetinde sürekli aynı formülün etrafında dönüp durdu bölümler. İşte belki de bu yüzden, zamansız değildi Lie To Me’nin bitişi. Fakat yine de, bana kalırsa zaten hep aynı kalıpların ve formüllerin dönüp durduğu bir yığın kriminal dizi arasında keyifle izlenebilir olanlardan biriydi, 3 sezonda bitti ama tam anlamıyla “sıktı artık bu da” demeye daha birkaç sezon vardı. 7-8 sezon süren ve üstelik sürekli aynı bölümleri döndüren onca dizinin yanında ziyadesiyle eğlenceliydi, üstelik, -ısrarla tekrar edelim- Tim Roth vardı.
Özcesi, herkes yalan söylüyor, gerçekler acı ve onları tam olarak saklamak da namümkün. Dikkat kesilin: Sıradan bir insan 10 dakikalık bir konuşmada 3 yalan söylüyor…muş. Ben de Lie To Me’nin yalancısıyım.