Ahmet Erhan: “Ya alkol olmasaydı”…
okuma süresi 4 dakikaSıradan bir hastane koğuşu. Upuzun bir koridora açılan kapının önünde “Psikiyatri Kliniği” yazıyor. Üçüncü kat, bir yanı “alkol”, diğer yanı ise “uyuşturucu” koğuşlarını barındırıyor. Alkol yakasındaki adamın ilk algıladığı şey, duvarların boyasız yıkık döküklüğü ve masanın üstünde, ekmek kırıntıları arasında gezinen bir hamamböceği… Upuzun koridora açılan kapılardan birinin önünde hemşire tarafından durduruluyor adam. Hemşire adamın elindeki, içinde öteberi bulunan küçük çantaya uzanıyor; sanki tırnaklarıyla toprağı kazar gibi, kolu dirseğine kadar çantanın içinde uğultulu bir biçimde dönüp duruyor: “Kolonya yasak!” Bu yasağı düşünemediğime seviniyor adam; demek ki alkolik değilmişim gibi yorumlara bile varıyor. Sokaktan toplananları getirirler buraya, sizin gibi ‘normal’ birinin bu koğuşta kalması tuhaf, diyor Hemşire. Klinik Şefi’nin adamın meyhane arkadaşı olduğunu nereden bilsin. Adam odaya göz gezdiriyor giden hemşirenin ardından: Üç tane Atatürk resmi, üç dolap ve ayaklı bir kafesin içinde iki papağan görüyor. Öter mi bunlar, diye soruyor papağanın sahibine: Papağanlar ötmez, bazen konuşurlar birader, bunlarsa henüz ıslık çalma zemininde. B.ku yemenin Kürtçesi, desene diye mırıldanıyor adam. Konuşmayı bilmeyen papağanlara, “Türkiye’nin hali gibi halimiz!” cümlesini terennüm ettireceğine dair kendi kendine söz veriyor.
Gece. Caddenin gitgide azalan uğultusu. Mamak yönüne giden otobüsler son seferlerini yapıyor; birkaç kadeh atmış ‘sosyal içiciler’le dopdolu. Adam hayatın yasalarını biliyormuş gibi görünüyor: “Kimileri içtikçe sosyalleşir, kimileriyse sosyalleştikçe içer.” Deplasmana çıkmış taksiciler gecenin o vaktinde her ne kadar ‘sosyal’ hadiselerle ilgililerse de, onlardan ne köy, ne kasaba olmayacağını bilir. O nedenle, köşebaşlarında ‘dipsomanları’ yani ‘hadi son bir kez daha içelimciler’i beklerler. Örümcek kurnazlığı güderler; yanılırlar, çünkü gecesefaları taksimetreyi hep gündüz tarifesiyle çalıştırırlar, yoksa evden iki kilometre önce ineceklerine dair sinyaller verirler. Taksicininse avadanlık bölmesinde ucu keskinleştirilmiş bir tornavidanın yanında soğuk kalması için gazeteye sarılmış bir kutu bira vardır.
Suyla karıştırırsın diyor, papağanların sahibi. Üstüne iki bira çektin mi, tamam. Neyi? Elbette kolonyayı. Hafif bir mide bulantısı eşliğinde “Kolonyal majesteleri” gibisine bir dize takılıyor aklına adamın; düşünüyor, Attila İlhan’ın bir şiirinde mi geçerdi ne; bilmiyor. O takıntıyla kirli yatağa uzandığında, günün ilk ışıkları pencereye dokunuyor…
O bir gözü yerde bir gözü gökte olan ‘saded’ yine beni bekliyor. Meramın dillensin, diyor. Şu ahir ömrümde en nefret ettiğim ırk sosyal içicilerdir. Hesap kitap adamıdırlar; meyhanenin kapanış saatini bilirler, bilmez görünürler; ama hep ‘önce’ kalkarlar; olur ya, yazacakları bir şiir ya da seyrül sefa eylenecekleri bir televizyon programı vardır. Kültablasının altına az ya da çok para bırakanlar onlardır. Son otobüs çocukları. İki kere ikinin hep dört edeceğini bilenler. Sevgililerini cep telefonlarıyla arayanlar. Arabalarının plakalarına bilumum gazetelerinin verdiği TC çıkartmalarını yapıştıranlar… ‘Saded’ beklesin, meramım istemiyorsa dillenmesin. ‘Saded’ belki, ama meramım(ız) dillenirse taş üstünde taş bırakmayanların gözüne batar o taşlar.
Ve Türkiye birdenbire Bukowski’nin kitaplarını keşfetti. Sanki ülkede Bukowski’nin kitapları yayınlanmadan önce kimse içmiyordu. Edirne’nin Keşan ilçesi ‘misak-ı milli’ sınırları dışındaydı. Atatürk henüz sirozdan ölmemişti. Önce senaryosunu yazdığı yazdığı “Bar Kelebeği”ni izledik; ardından kitapları sökün etti. Şimdi marjinalliğin sembol karakterlerinden biri sayılıyor. Alkolün her gün yinelenen bir intihar biçimi olduğunu da ondan öğrendik. Adab-ı muaşeretimizin sınırsız kaynaklarında sarhoş bir muhacir olarak kaldı. Bence adamakıllı yanıldık. Bizim Kürtlerimiz, Bukowski’nin Kızılderililerinden daha vakur çıktı. Yine de “Dağlara gel dağlara” türküsünü şimdi bir ‘zılgıt’ eşliğinde çağırmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Barış’ı ve Kardeşlik’i terennüm ediyorum. Niye ve her şeye rağmen, bir Türk olduğum halde devletle aramdaki mesafe büyüdükçe büyüyor.
Saded gelsin, kimilerine dağlarda ölmek, bizeyse bu bumerang oyununda cinnetin eşiğine gidip gelmek düşüyor. Artık iyice inanıyorum ki, bu ülkede doğan her çocuğa bir serum şişesi aracılığıyla, önce ölümün, sonra belleksizliğin iksiri şırınga ediliyor. Devlet bir kere daha yanılıyor. Benim elimden ne gelir.
Sıradan bir hastane koğuşu. Upuzun bir koridora açılan kapının önünde ‘Ahmet Erhan’ bekliyor. Oysa ki Edip Cansever beni ta 1964 yılında uyarmıştı: “Çünkü yalnız o vardı, o alkol biçiminde olmak/ O sonsuz buruşukluk/ O sonsuz buruşukluk ya alkol olmasaydı/ Ya alkol olmasaydı” (Tragedyalar, VI).