İslam Çupi’nin sarı kanaryası…
okuma süresi 6 dakikaSpor tarihimize adını yazdırmış olan birçok unutulmaz değerli büyüğümüz vardır. Örneğin, Galatasaraylı Gündüz Kılıç, Beşiktaşlı Hakkı Yeten, Fenerbahçeli Cihat Arman gibi… Basın mensuplarımız tarafından “Spor yazarlarının Balzac’ı” olarak anılan İslam Çupi ise altın harflerle adını spor tarihimize yazdırmıştır. Gazetecilik yaşamı boyunca değişik alanlarda 26 ödülün sahibi olan İslam Baba Tiran doğumlu olduğu için “Arnavut Prensi”, çakır gözlü olduğu için de “Mavi Gözlü Dev” olarak da anılırdı. Aslında kendisinin altın kalemi sadece sıradan bir ‘kurşun kalem’di ama o mütevazı kurşun kalem ne unutulmaz makaleler ve tefrikalar kazandırmıştır spor edebiyatımıza. Onlardan birine kulak verelim dilerseniz:
“… Türkiye’de, Fenerbahçe Cumhuriyeti sağlıklı, başarılı ve bir ilkeyse bu ülkede her şey mutlu ve huzurludur. Esnafın yüzü güler, perakendeci ve toptancıların tezgâhında mal kalmaz. Tiyatrolar, sinemalar, sazlar, barlar, meyhaneler fuldür. Statlar Türkiye’nin her vilayetinde lebaleptir. Fenerbahçe gittiği her kentte kendisi ile birlikte bereketini götürür, i…ler diye uğurlanmasına rağmen… Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa bir süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne de kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz…”
Kalbinde yaşadığı Fenerbahçe sevgisi için böylesine muhteşem bir benzetme yapan İslam Baba’ya sahip çıkan Fenerbahçe Kulübü Yönetim Kurulu 20 Ocak 2006 tarihinde yaptığı toplantıda Şükrü Saraçoğlu Stadyumu basın tribününe “İslam Çupi” adını verip böylece de bu mümtaz insana sadakat ve vefa borcunu ödemiştir bir bakıma. Doğru ve yerinde de yapmıştır bunu aslında. Zaten Fenerbahçe’ye de bu yakışırdı. Yakışanı yapmışlardır yani…
İslam Baba’nın kalbinde Fenerbahçe’ye ne kadar sevgi ve saygı varsa milli içkimiz rakıya da neredeyse aynı oranda bir tutkunluk vardır. Hoşgörü zengini ve babacan tavırlı bir akşamcı olan bu münevver tam bir rakı tiryakisiydi yani. Adabına özen gösterir, kararında kalırdı hep. Ancak, gençlik yıllarında kimi zaman rakıyı fazla kaçırıp aşırılıklara gitmiş, hatta bir seferinde Tarihi Tokatlıyan Oteli’nin pes etmesine bile sebep olmuştur. 2 Ekim 1993 günkü Milliyet Gazetesi’nin “Fiesta” ekinde bakın nasıl dile getiriyor bu inanılmaz olayı:
“… Tokatlıyan Oteli, şimdiki Çiçek Pasajı’nı geçtiğimizde uzun bir kaldırım parçasını kaplayan, başımızı göğü kaldırdığımızda kafamızda şapka varsa düşürten, İstiklal Caddesi’nin gölgesi öğlenden sonra tüm tarihi ile sokağa yayılan en eski binalardan biriydi. Kaldırım tarafındaki kalın camlı ve kalın dantel perdeli panoramik pencerelerle kendisine özgü bir görüş sansürü koyan otelin çay-kahve içilen, pasta yenen geniş salonları, sanki ayrı bir dünyanın ‘Disneyland’ını çizerdi.
Kendiliğinden şekillenmiş bir dürbün demokrasisi vardı, otelin…
Müşteriler, sabahtan akşama kadar İstiklal Caddesi’ne ayrı ayrı defileler getiren büyük ve değişik kız ve kadın kalabalığını gözlerine yerleştirdikleri değişik striptiz uzmanlığı ile bütün giysilerinden arındırır, ama kaldırımdakiler başlarını kaldırıp içerdeki aristokrasinin ne porselen çay fincanına, ne de gırtlak altına düğümledikleri kravatlarına bakabilirlerdi. Terbiyeli idi o günlerde İstanbul… Ya da bu günlerde iyice belirginleşen, “Zenginler her şeye sahiptir, fakirler ise sadece kendisinin sahibidir” sermaye tahakkümü, kaçınılmaz kuralını daha o tarihlerde koymuştu, Tokatlıyan Oteli’nin kaldırımlarına…
Kimler mi müşteri idi, bu garsonu değişik, bu servis biçimi vals gidişlerini andıran, o loş ve gizemli otel lobisinin? İstanbul’un hep pahalı semtlerinde oturan, batı dünyasını kurmuş konsoloslukların mensupları. Geçim cüzdanlarının hangi üretime doğru açıldığı belli olmayan Levantenler. İstanbul’un “han-hamam-apartman” üçgen kiralarından ilk rantiye ekonomisini kurmuş varlıklı baba ve büyük babaların devamı olanlar. Daktilosunun adresi belli olmayan yazarlar, özellikle tiyatro sanatçıları, tek elbise ve gömleğini asla buruşturmayan; eskitmeyen, onun bunun masalarından kronik alkolikler.
Önünden her gün geçiş provası yaptığımız, içerisini girilmez bir pahalı dünya olarak gençliğimize kapalı tuttuğumuz bu Tokatlıyan Kulübü’nün bütün ayrıcalıklarını ve engellerini bir gün indirivermiştik aşağıya, birkaç Cihangirli delikanlı ile… Öğrenmiştik, otelin veresiye şifreli alfabesini. Her konsolosluğun orada yeme-içme hatta yatma gibi konfor zenginliğinin totaline asılmış bir anahtar numarası vardı. Tespit ettik bunu… Sonra başladık; İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinde en huylanmayacak diyalekte; “Lütfen 302, Lütfen 602, Lütfen 802 numaralı anahtarı verir misiniz?” deme talimlerine. Artık bizim grup Tokatlıyan Kulübü üyeliğine kabul girişini yaptırmıştı.
Kaç yıl sürdü Tokatlıyan salon ve lokantalarındaki bedava üyeliğimiz? Ya bir, ya da iki… Bu süre içinde bodrumlaştırılmış gece kulübünde Perez’in piyano tuşlarında sağdan başlayarak son uca varıp, oradan yere düşen bir yığın anlık aşklarla tanışma. Revü kızı Mualla Kaymak’la, tarihini o otelde birlikte gömdüğümüz tangolar ve Foks-Trot’lar yaptım; alkol, benimle Benli Belkıs’ın gecelerini tesadüfen birbirine yapıştırırsa, bir kadının olduğu değil, olmak istediği yaşa kolaylıkla iniverdiğine tanıklık ettim. Sonunda o zamanki rakamlarla pek kabaran faturalar, yabancıların ödeme veznesine gidince, konsolosluklar anahtar yönteminden vazgeçip girip çıkanı yakından izleyen denetimi daha kaçaksız etkili bir yol buldular.
Ronald Colman şıklığında olan, platin saçları Villi’den, elbise kuponu İngiliz’den çıkışlı otelin patronu İbrahim Gültan ödeme şeklini bizim düşündüğümüz, tediyesini ise konsoloslukların sağladığı bu yaşam biçimini kendisine anlatsak inanmazdı. Belki de o anda “AET”yi 50 yıl önce kuran Jön Türk zekâsını ayakta alkışlar, parmağını, oteli kurduğundan beri asalakları yok edemediği zümreye çevirirdi. İbrahim Gültan’ın en kızdığı müşteri tipi, otelin cümle kapısı sabah açılır açılmaz içeri dolup pencere önlerini bir maden sodasına veya bir çay ya da kahveye esir edip akşama kadar kaidesini tuvalete bile deplase etmeden kaplayan, sabit kalçalılardı.
Onlara, olanca celepliği içinde verip veriştirir, yakaladığı “cam zamparalarına” laflını bu münasebetsizliğin üstüne en anlamlı protesto mesajı olarak gönderir, sonra öfkesini şöyle bir cümleyle sürdürürdü; “Onlar ölmeden, oteli öldürecekler”.
Rivayet ederler ki, bu oteli tarihi bir sarhoşluk öldürdü.
Can Peker, Turan Seyfioğlu, Prens Vedat ve avenesi bir “tanker” rakılı akşamın sabahına doğru eve adım atamayacak hallere düştüğünde, otelin söz konusu bölümüne düşmüşler. Sabah otele gelirken İbrahim Gültan, bakmış, kepenkleri kaldırılmış kahvehane kısmının sinemaskop camlarından içeriye yığınla kaldırım kellesi uzanmış. Dikkatle bakıyorlar… Alelacele kalabalığa karışıp, o da uzatmış başına manzaraya doğru; Manzara feci… Masalar birbirine eklenmiş, kanepeler camın kenarına çekilmiş, bitmeyen kadehler radyatör dilimlerinde. İnanılmaz bir horlama, bir koku… Can Peker ve arkadaşlarının yarattığı bir alkol yatakhanesi… Manzara karşısında pes edip kapatmış oteli.”
Gençlik yıllarında hemen hepimizin başına gelebilecek bir olayı işte böylesine hareketli ve renkli bir şekilde yaşamış İslam Baba. Haylaz ve hercai gençlik duyguları insana neler yaşatıyor değil mi? Ama yaşatıyor ya, o bile yeter bizlere…
Saygılarımla…