Koy şurdan bir film de, neşemizi bulalım

okuma süresi 7 dakika
Ankara’nın merkezi sayılan Kızılay semtinde bir sinema vardır: Büyülü Fener. Bu sinemanın adının “Büyülü Fener” oluşu tesadüf değil. Çünkü ilk film oynatıcı makineler icat olunduğunda insanlar büyük bir garipseme ile “lanterne magique” demişti adına.

Ankara’nın merkezi sayılan Kızılay semtinde bir sinema vardır: Büyülü Fener. Bu sinemanın adının “Büyülü Fener” oluşu tesadüf değil. Çünkü ilk film oynatıcı makineler icat olunduğunda insanlar büyük bir garipseme ile “lanterne magique” demişti adına. Şimdilerde “fener” kelimesi bir semt/takım adından gayrı az şey ifade ediyor genç kuşağa ama geçmişte uzun bir zaman insanlar “fener”ler aracılığıyla ışıkla münasebet kurmuştu. Sinemanın büyülü bir fener oluşu, çağın en hürmet edilen sanat dallarından biri oluşu ve kitleleri etkileme kudretine sahip oluşu sır değil. Biz, Türkiye’de çekilmiş bazı filmlerin içinde geçen “rakı”ya odaklanacağız. Rakının, birincil anlamıyla “rol”üne yani. Etrafında yarattığı “muhabbet”in beyaz perdedeki küçük bazı yansımaları üzerine düşünmekten zarar gelmez. Ne de olsa rakı sofrası, muhabbetin muhabbeti tetiklediği yegâne sofralardandır.

Kanadıkırık Muhsin

Yavuz Turgul, 1987 yılında “Muhsin Bey” nam bir film çekti. Şener Şen ile Uğur Yücel’in uzunca bir zaman Turgul filmlerinde yan yana oynayacak olmasının kapısını şahane bir zarafetle açan bu filmin baş karakteri “Muhsin Bey” idi. Muhsin Bey’in soyadı pek anımsanmaz. Turgul’un isim sembolizasyonu üzerinden seyirciye verdiği güzel bir mesajdır “Muhsin Kanadıkırık” ismi. Kanadıkırık Muhsin Bey, şimdilerde epey lüks sayılan ve “selebriti”lerin yaşadığı Doğan Apartmanı’nda mukim bir “eski zaman” insanıdır. Ali Nazik’e (Uğur Yücel) inanır, güvenir ve sonunda kaybeder. Filmde çok “temiz” bir ayrım vardır: Muhsin Kanadıkırık plaktan dinlediği şarkılarla beraber çiçeklere su verir ve onlarla konuşur. Şaşırmayacaksınız; içtiği şey rakıdır. Usul usul, gürültüsüz, zarifçe rakı içer. Ali Nazik meşhur olmak derdindedir, elinde çatalla şarkı söyleme provası yaptığı zamanları geçer, Muhsin Bey onun uğruna cezaevine bile düşmüştür. Hapisten çıkar ve gömleğinin yakası bağrı açılmış Ali Nazik’in elinde viski bardağı görürüz. Gürültülü bir içmektir bu, mecazsız. Müzikholün dinmeyen gürültüsü kulisi dahi taciz eder. Burada rakının karşısına konumlamak muradıyla viski anılıyor değil. Rakı, muhabbetin yolunu böyle bulur “Muhsin Bey”de. Ve üç yıl sonra gelir “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”. Turgul’un 1990’da çektiği bu filmde de letafetli bir Turgul-Şen buluşması vardır. Turgul-Şen-Yücel üçlüsünün büyük buluşması için izleyici altı yıl beklemek durumundadır. Türk sinemasının birçok manada köşetaşı filmi olacak “Eşkıya”da bu üçlüyü yan yana görürüz bir kez daha. “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”ndeki, Aytaç Yörükaslan’dan söz edeceğim. “Süper Baba” dizisinde, “Fiko’nun babası” olarak çok iyi hatırladığımız Yörükaslan’ın (Nihat) bu filmde, yönetmen Haşmet Asilkan’la (isme dikkat) evinde uzunca konuştuğu bir sahne vardır. Kitaplarını satarak yaşayan biridir Yörükaslan, ziyadesiyle sıkkın ve mühimdir. “Her bir parçamız bir filmin içinde” dediği sahnede, Neyzen Tevfik’e atfedilen bir eyleme de şık bir selam gönderir. İçinde ekmek doğradığı bir çanaktan, kaşıkla rakı içmektedir!

“Beni kim intihar etti?”

Türk sinemasında birçok kült filme imza atmış Atıf Yılmaz’la Yavuz Turgul’un buluştuğu başka bir filmde, gelmiş geçmiş en neşeli filmlerden olan “Şekerpare”deki (1983) o sahneyi anımsamamak ne mümkün? Burada da Şener Şen çıkacak karşımıza ama bu defa İlyas Salman’la beraber. “Kendimi intihar edeceğim” yapısökümünü muhtemelen ilk defa duyduğumuz (sonradan Orhan Alkaya bunun şiirini de söyleyecektir: “beni kim intihar etti böyle/ kim tedavülden kaldırdı böyle erken?”), Şener Şen’in kafasına silah dayadıktan sonra içinde kurşun olmadığını anladığı anda “Şansım yokmuş, ölemedim” dediğini gördüğümüz o şahane filmde İlyas Salman, Şener Şen’e mebzul miktarda rakı içirir ve eve baskın yapmak için ikna eder. İşte o çok meşhur “Baskın vaaaar!” repliğini, biz gene rakıya borçluyuzdur. Rakı çünkü, “güzel” eder o baskını da. Ziver’i, Hurşit’i, Cumali’yi, Şekerpare’yi ve cümle karakteri her izlediğimizde aynı tadı aldığımız “rakılı” filmlerin başında gelir “Şekerpare”. Gündelik dilimize ve mizahımıza yaptığı büyük katkıları unutmadan.

1988 yılına gidiyoruz şimdi. Ankara’ya başka bir yerden bakmayı başarmış belki de ilk film olan “Düttürü Dünya”dan (yönetmen: Zeki Ökten) söz ediyorum. Kemal Sunal’ın ağlamasının ülkede büyük bir gündem olduğu o çok incelikli filmden. Filmde Kemal Sunal, Ankara gecekondularında yaşam mücadelesi veren bir müzisyendir. Klarnet çalan, besteler yapan üç çocuklu Sunal’ı, sürekli “gerçek dünya”ya çağıran bir de kayınbiraderi vardır. Müzikhollerde, pavyonlarda enstrümanını çalıp sabaha karşı eve döndüğünde huzursuzlukla karışık bir saadet duyan Sunal’ın müzikten sonraki en büyük sevdası rakıyadır. Kafası dingin, sessiz sakin içeceği bir kadeh rakının yerini az saadet tutar filmde. Kemal Sunal’ın gülmekle bir tutulduğu zamanlarda, büyük cesaretle bir film çeken Zeki Ökten’in bu filmdeki asistanı da, sonradan adını çok duyacağımız Zeki Demirkubuz’dur. Kemal Sunal’ın can arkadaşını oynayan Cezmi Baskın’ın da oyunculuğuyla büyük bir iş çıkardığı filmde, fonda 80’ler Ankara’sında yaşanan büyük hayat mücadelesi ve müziğe aşkla bağlı “Dütdüt Mehmet”i izleriz. Ankara Film Şenliği’nde Kemal Sunal’a “En iyi erkek oyuncu” iltifatını kazandıran filmdeki Cezmi Baskın’ı, nedense hep çok etkileyici bir oyunculuk sergilediği “9”un (2002, yönetmen: Ümit Ünal) habercisi olarak görürüm. Filmin müzikle, muhabbetle, rakıyla kurduğu incelikli ilişki aşikâr; bir de içinden Zeki Demirkubuz isminin geçmesi çok kayda değer. Daha ne olsun?

“Ey Dîlberê”

Türkiye’nin son yıllarda yetiştirdiği en namlı sinemacılardan olan Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” isimli filmi, en taze örnek. Akla Demirkubuz’un, Reha Erdem’in, Yeşim Ustaoğlu’nun filmlerinden de sahneler geliyor elbette. Bilhassa “Masumiyet” (1997, yönetmen: Demirkubuz) ve “Hayat Var” (2008, yönetmen: Reha Erdem) filmlerindeki rakıların. Cemal San’ın üçlemesini de anımsamak mümkün, gene bilhassa “Dilber’in Sekiz Günü”ndeki o sahneyi. Fırat Tanış “Ey Dîlberê”yi terennüm ediyor ve şarkıya başlamadan önce “derman niyetine” rakısından bir yudum alıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sındaki açılış sahnesini hatırlayalım. Sonradan filmin bütün gövdesini oluştaracak hikâyenin ilk ânı yani. Orada, küçük barakada, incecik bardaklarla rakı içilir. Muhtar’ın evine gittiklerinde saat uygun olsa, emin olun rakı açılacaktı gene. Çehov’un sık sık anımsandığı, 2011 Cannes Film Festivali’nde “Büyük Jüri Ödülü” alan bu filmi anarken de rakıyı bahane ediyoruz.

Nihai olarak söz edeceğim “sahne” ise, rakısız asla hayal edilmeyeceğine emin olduğum bir “durum”u işaret ediyor. 2009 yapımı, senaryosu Engin Günaydın’a, yönetmenliği Yağmur Taylan-Durul Taylan’a ait “Vavien”deki o unutulmaz sahne. Settar Tanrıöğen, evde ve yalnız. Televizyonda Neşet Ertaş var. Tanrıöğen’in kucağında bağlaması var. Neşet Usta henüz buralardan göçmemiş. Ve Settar Tanrıöğen, onun bağlamasına “karaoke” üsulüyle eşlik ediyor. Bağlama faslı sürüyor, iki ses duyuyoruz, içimiz havalanıyor. Bitiyor, televizyonda seyirci alkışlıyor. Tanrıöğen, beyaz leblebiden oluşan mezesinin yanında duran rakı kadehine uzanıyor, mütebessim ve muzaffer bir edayla bir yudum alıyor. İçimiz, biraz daha havalanıyor. Alkışlıyoruz.

Rakıyı, rakıyı bunca güzel ananları ve gösterenleri, sinemayı, sinemadaki rakıyı alkışlıyoruz. Seyircinin elinden, alkıştan gayrı ne gelsin? Hadi bir film koyalım da neşemizi bulalım.

Bu yazı “Etraf”ın Mayıs nüshasında yayımlanmıştır.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.