Zengin çocukları ve Omega 3
okuma süresi 5 dakikaTarabya’da balık tutuyoruz. Saat 11.00. Günlerden Pazar. Sonbaharın ortasındayız, fakat hava hala güzel. Asıl planımız sabah 08.00’de oltaları denize sallamış olmaktı. Ancak kovayı evde unutup geri döndüğümüz ve sonra otobüsü kıl payı kaçırdığımız için geç kaldık. Aksilikler yakamızı bırakmıyor. Yine de neşeliyiz. Yeter ki balık bol olsun bunca zahmet umrumuzda bile değil. Saat ilerledikçe yürüyüş yapanların sayısı git gide azalıyor. Spor sonrası uzun Pazar kahvaltısı aşamasına geçtiklerini tahmin ediyorum. Derken hemen arkamızda son model bir spor araba duruyor. İster istemez meraklı gözlerle, simsiyah arabanın üzerine vuran güneşin yarattığı kamaşma, ahenk ve adeta gücün estetik haliyle parlayan arabaya bir süre bakıyorum. Ömür boyu para biriktirsem de alamayacağım bir şeye bu kadar yakın olmak, ilgi uyandıyor haliyle. Sahibi, arabadan iniyor, göz göze geliyoruz. “Niye arabama bakıyorsun” der gibi bakıyor. O anda kendimi güvensizlik algısı yaratan biri gibi hissediyorum. Sonra 8-10 yaşlarındaki oğlu iniyor arabadan. Yanımızda duran simitçiye adres sormak için durduklarını anlıyorum. Simitçi, bir şeyler söyleyip, işaret parmağıyla, ara sıra parmaklarını kapatarak elini kağıt gibi dümdüz yapıp, ara sıra da sağa sola manevra tarifiyle gideceği yönü anlatıyor adama. Çocuk, sahilde balık tutanları izliyor. Hayatında hiç görmediği bir şeye şahitlik ediyormuş hissiyatı yaratan bu bakış, en az benim az önce içinden çıktıkları arabaya bakışım kadar meraklı. Adam bir iki defa çocuğuna gitmeleri gerektiğini söylüyor, ancak çocuk balık tutanları izlemek istiyor. Adam otoriter bir sesle “Sercan bin arabaya!” diyor. Bu komut üzerine çocuk, ısrarını daha fazla sürdüremiyor, arabaya binip uzaklaşıyorlar.
Çocukken babam ve amcamla Sarayburnu’na balık tutmaya gittiğimiz zamanlar geliyor aklıma. Bakırköy’den trene biner, Sirkeci’de inerdik. Kumkapı’dan geçerken babam anneannesinin evini her defasında muhakkak gösterirdi. Balkan Savaşı’nda Selanik yakınındaki Dedeağaç’tan kaçıp İstanbul’da yerleştikleri ilk evlerini. O zamanlar adı Asparis olan mahallede, Rum arkadaşlarıyla oynadıkları oyunları, Bizans’tan kalma darphane’de çok eski madeni paralar bulduklarını anlatırdı babaannem. Cankurtaran deniz feneri göründü mü, artık Sirkeci’ye gelmek üzere olduğumuzu anlardım. Sirkeci’de inip Sarayburnu’na yürürdük. Oltacı Zekeriya’ya uğrayıp, o gün hangi çeşit balık çıktığı, kaçlık kurşun kullanmak gerektiği, çaparinin tüylerinin rengine kadar bütün tüyoları aldıktan sonra müsait bir yer bulunur ve hazırlıklar başlardı. Bazen ben de limanın mazgallarından el oltasıyla balık tutmaya çalışır, fakat ekseriyetle, yumurtalı, domatesli, peynirli sandviç yapan seyyar satıcının ne zaman geleceğini kollardım. Babam ve amcam da Altılı Ganyan Bülteni getiren satıcıyı kollardı. Dönüşte bazen Mısır Çarşısı’na uğrayıp Saka’lara bakardık. Sarayburnu, Mısır Çarşısı, Sirkeci ve İnönü Stadı çocukluğumun mabetleriydi.
Balık, zengin evlerinin çoğuna hiç girmez, bazılarına da yalnızca pişmiş olmak şartıyla girebilir. Hele ki oltayla tutulmuş bir iki saatlik balığın, bir konağın ya da villanın kapısından içeri henüz kafasını sokamamış olmasını yadırgamam. Hiç balık kokmamış evlerinde ekonomi dergisi okuyan ve lüks restoranların dışında balık görmemiş insanlar… Oysa ne güzel kokar mübarek! Yanına tuzla ovulup acısı alınmış soğanlı maydanoz salatası, roka, bir de 35’lik olursa değmeyin keyfime! Balık, zahmetinden midir, yoksa ucuz ve kolay ulaşılır olmasından mıdır, dar ve orta gelirli aile meclislerinin dışında bir türlü itibar görmemiştir. Aslında bu kültürün pek değişime uğramadan, kendi ritüelleriyle, kendi doğrularıyla bugüne taşınmasında belirli bir kesimin ve gelenekçiliğin payı olması muhtemeldir. Ekonomik sebepler başta olmak üzere, hayatlarında bir şeylerin değişirken çok ağırdan almasıyla “Kendi yağında kavrulan” kitlenin yeni kültürlere temkinli yaklaşımı ve alışkanlıkların sürdürülmesi konusunda zorunlu da olsa istikrarının, bazı kültürleri yaşatan unsurlar olması ihtimali kuvvetlidir. Bu nedenle balık, ankastre mutfağı sevmez, piknik tüpünü sever. Fazla moderniteyi kaldırmaz, tavrını koyar. Ve salaş balıkçı barınaklarındaki lezzeti, Vale’si olan lüks restoranlar hiçbir zaman veremez!
Aklımdan bunları geçirirken yanıma bir çocuk geliyor. Neredeyse boyu kadar olan ve zor taşıdığı termosla balık tutanlara çay satan çocuk “Abi çay vereyim mi?” diyor. “Hadi ver bakalım bi tane” diyorum ve kaç yaşında olduğunu soruyorum. 12 yaşında ve isminin Adem olduğunu öğreniyorum. Okula gidip gitmediğini, neden çalıştığını soruyorum. Altıncı sınıfa gittiğini, babasının onları terk ettiğini, hafta içi akşam taksicilere, hafta sonu da balık tutanlara çay satarak annesine yardım ettiğini söylüyor. Gide gele öğrenmiş olacak ki balık tutma konusunda da oldukça bilgili. Hatta bana kaçlık kurşun kullanmam gerektiği hakkında tavsiyede bile bulunuyor. Giderken Adem’in arkasından bakıyorum, bir süre izliyorum. Sonra aklıma Sercan geliyor. İçimden, “Hiç balık kokmayan evine gitmiş midir acaba?” diyorum. Sercan’ın, hayatında bir kez bile denizden beş dakika önce çıkmış midyeyi, iki kayanın arasına koyduğu tenekenin üstünde pişirerek birayla yiyemeyecek olmasını düşünüyorum. Sercan için üzülüyorum…