Bi’ kentsel dönüşüm vardı ne oldu ona?
Üzerlerinden 10 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ laf açıldı mı hevesle bahsedilen bazı TRT dizileri vardır, bilirsiniz işte, Şaşıfelek Çıkmazı mesela, ya da Cesur Kuşku (ki en az bilinenleridir Cesur Kuşku ve şu anda da internetin hiçbir köşesinde bulmak mümkün değildir kendisini) yahut Yeditepe İstanbul… Bu dizileri neden bu kadar sevdik? Yani mesela aslında saysak sayılacak falsoları olmalarına rağmen -herkesin şiir gibi konuşması gibi- niye bu dizileri diğerlerinden daha çok sevdik? Çünkü aslında hepsi mahalle hikâyeleri, bildiğimiz, tanıdığımız yahut bir şekilde yakınsadığımız bir dünyadan bahsediyorlar ve bunu yaparken de son derece samimiler. Büyük entrikalar dönmüyor, dünyanın en önemli işini yaptığını sanan adamlar, bütün erkekleri kendine aşık edecek kadar güzel, zeki, müthiş, benzersiz kadınlar yok o mahallelerde. Normal, bildiğimiz, “düz” ve dolayısıyla da daha gerçek insanlar var. İşte her ne kadar TRT dizisi olmasa da, bu dizilere kardeş bir dizi yayınlandı 2003’te Kanal D’de. Yine bir mahalle hikâyesi, yine yoksulluk, yine umut, mücadele, çoğu zaman hüzün, zaman zaman serserilik: Sultan Makamı.
Dizi en başta müzikleriyle dikkat çekiyordu, Kazım Koyuncu ve Kemal Sahir Gürel’in elinden çıkmıştı müzikler, hâlâ konuşulan şeylerden biri de bu elbette. Senaristi de Yeditepe İstanbul’un senaristi Ali Ulvi Hünkar’dı. Yönetmeniyse, “mahalle” hikâyesi dendi mi akla gelecek ilk isim belki de, Aydın Bulut. (Yeri gelmişken Aydın Bulut’un tek uzun metraj filmi olan Başka Semtin Çocukları‘nı da tavsiye edelim. Devamının gelmesini de umut ederek…) Sonra bir arada görmenin şahane duygular yarattığı bir oyuncu kadrosu, herkes var adeta: Şevket Çoruh, Başak Köklükaya, Uğur Polat, Dolunay Soysert, Özge Borak, Kerem Atabeyoğlu, Ruhi Sarı, Ahmet Saraçoğlu, Ayşen Gruda… (Şimdi tüm kadroyu sayıp uzatmayalım.) Hikâye yoksul bir mahalle hikâyesiydi; eski bir yazlık sinemadan başka hiçbir şeyi olmayan Sultan, Sultan’a yanık, “evde kalmış” mahalle kızı Asiye, onun bir yandan aksi, bir yandan çaresiz abisi Bahtiyar, mahallenin serserileri Eko ve Sefer, şıpsevdi Gülsün, onun gözü yükseklerdeki kardeşi Nazlım, alkolik dişçi Necati… Mahallenin izleyici tarafından sevilme nedenlerinden biri, bence Asiye’nin Gülsün’e söylediği bir cümleyle de özetlenebilir: “Her koyun kendi bacağından asılır ya hani, o yer burası değil.” Buraya kadar her şey tanıdık. (Aslında bundan sonrası da tanıdık.) Ama, ellerinde olan tek ata doping desteğiyle yarış kazandırma umuduna tutunan mahallelinin hayatlarına giren kentsel dönüşüm nanesiyle boğuşmalarını anlatıyordu dizi. Bir tarafta sürekli devam eden “bu sefer yırtmalıyız” mücadelesi, bir tarafta ellerindeki tek varlıklarını, evlerini satın almaya çalışan büyük adamlara gösterdikleri direniş…Her ne kadar yukarıda bahsettiğim “herkesin şiir gibi konuşması” falsosu baki olsa da, o yağlanıp ballanıp kamuya sunulan kentsel dönüşüm ekmeğinin tadının, evleri ellerinden alınanlar için o kadar da güzel olmadığını gösteriyordu Sultan Makamı. Sadece bu değildi elbette dizinin derdi ama en çok buydu belki de. Sonra bir şey oldu, hikâye birden son hızda “tatlılaşarak” bitti. Ne olduğunu bilmemiz imkansız elbette ama vikipedi sayfasında “Dizi, büyük talebe rağmen senaristinin devam etmek istememesi üzerine 26 bölümle son buldu” yazıyor. Bazı yerlerde de “reyting düşüklüğü nedeniyle sonlandığına” dair teoriler var. Artık kanal yahut yapımcıların kentsel dönüşümle ilgili bir sıkıntıları vardı da senarist de yumuşatarak devam etmek yerine bir çırpıda bitirmek mi istedi, yoksa başka türlü bir anlaşmazlık mı oldu, ya da reyting belası yüzünden mi bıçak gibi kesildi bilemeyiz. Ama nihayetinde, “büyük adamların” yazlık sinemadan ellerini çekmesi ve mahalleliyle bir şekilde uzlaşmasıyla ve tabii aşıkların nihayet kavuşmasıyla son buldu Sultan Makamı. Bu mutlu son, izleyici için pek tatmin edici değildi elbette. Ama bu tip mutlu sonlara alışkın bir nesiliz sonuçta, sonunu görmezden gelerek anabiliriz Sultan Makamı’nı da.